Türkiye’nin Mayıs 2018’de başlayan döviz krizi geçtiğimiz haftadan itibaren derinleşmeye başlarken krize dair iki yaygın anlayış ortaya çıktı. Bunlardan birisi krizi ‘dış mihrakların Türkiye’ye saldırısı’ olarak görürken, diğeri de sorunu ‘cumhurbaşkanlığı rejimi’ adı verilen yeni sisteme geçmeye bağlayarak ‘dolar çıktı çünkü demokrasi çöktü’ görüşünü ileri sürüyor. Uluslararası ilişkilerde yaşanan gerginliklerin ve iç siyasetteki değişimlerin ekonomiye etkisi olmadığını iddia etmek mümkün değil. Ancak bu, içinde bulunduğumuz ekonomik durumun yapısal nedenlerini göz ardı etmekle sonuçlanmamalı. Türkiye ekonomisinde 2018’in Mayıs’ında başlayan döviz krizi, ABD ile yaşanan siyasi gerilim ve ABD’nin Türkiye’ye yönelik ekonomik yaptırımlar kararıyla birlikte ikinci evresine girdi. Bu kez TL’deki değer kaybı çok kısa süre içerisinde çok yüksek oranlara ulaştı. Bir yandan dış sermaye girişlerinin yavaşlaması ve yatırımlarının bir kısmını yurtdışına çıkarmak isteyen uluslararası sermayenin TL varlıklarını satarak dövize çevirmesi, bir yandan da istikrarsızlık ortamını fırsat bilen spekülatif finansal sermayenin bu istikrarsızlıktan para kazanmak üzere yaptığı işlemler ve Türkiye’deki yerleşiklerin ya döviz borçlarını ödemek üzere (şirketler) ya da tasarruflarının değer kaybının önüne geçmek için (hanehalkları) TL satıp dövize yönelmeleri bu sürecin arkasındaki ana etkenler. Krizin ana hatlarını şu 5 yazılık dizide özetlemiştim. Ne olup bittiğini anlamaya çalışanlar oraya göz atabilirler. Bu kısa yazılarda krizin, Türkiye ekonomisine 2000’li yıllarda ve özellikle de 2009’dan itibaren hakim olan dış sermayeye bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin krizi olduğunu ve artık kısa vadeli çözüm olanaklarının ortadan kalktığını ve Türkiye ekonomisinin sonuçlarının kolaylıkla öngörmenin mümkün olmadığı bir döneme girdiğimizi belirtmiştim. İşte geçtiğimiz hafta bunu yaşamaya başladık ve döviz krizi en kötümser senaryolarda dahi öngörülmeyen bir hızda derinleşti.
Özetlemek gerekirse: Türkiye ekonomisi hızla borç krizine evrilen derin bir döviz krizi yaşamaktadır. Bu krizler, esasen Türkiye ekonomisine 2000’li yıllarda hakim olan dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin krizidir.
Bu model, yüksek miktarda dış sermaye girişi sayesinde TL’nin değerli ve reel faiz oranlarının oldukça düşük olmasına dayanıyordu. 2000’li yıllarda dünya piyasalarındaki likidite bolluğu ve 2008 krizi sonrasında ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankalarının 0 faiz ve parasal genişleme politikaları, bir bütün olarak Türkiye ve benzeri ‘yükselen piyasalar’a yoğun bir dış sermaye girişine yol açtı. Bu sermaye girişleri, içerideki kredi genişlemesini destekleyerek Türkiye ekonomisinin çok yüksek büyüme oranlarına ulaşmasına katkı sundu.
Bu durum kısa vadede ‘yükselen piyasalar’ı olumlu etkiledi. Bu ülkelere giren dış sermaye, ekonomik büyümeyi arttırıcı etkilere sahipti. Bir yandan da bu ülkelerin para birimlerinin değerli hale gelmesini sağlıyor, ithal ürünlerin tüketimini mümkün ve hatta arzulanır kılıyordu. Merkezdeki sıfıra yakın faiz oranları, bizim gibi ülkelerdeki işletmelerin buralardan borçlanmaya başlamasına da yol açtı. Örneğin, Türkiye’deki şirketler hızla ve yüksek miktarlarda yurtdışından borçlanmaya başladılar. Sermaye girişleri da bu ülkelerin borsalarında ve gayrımenkul piyasalarında hızlı artışlara yol açtı.
Ancak, 2015’ten itibaren ABD’nin parasal genişlemeye son vermesi ve yavaş yavaş faizleri arttırmaya başlamasıyla birlikte parti sona erdi. ABD’de faizlerin yükselmeye başlamasıyla birlikte aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı ‘yükselen piyasalar’da özellikle özel sektörün aşırı borçlandığı herkesin gözüne gözükmeye başladı. Örneğin, kırılgan 5’li sınıflandırması ilk kez 2013’te ortaya atıldığında Brezilya, Hindistan, Türkiye, Endonezya ve Güney Afrika’yı kapsıyordu. Daha 2015’te IMF, Küresel İstikrar Raporu’nda, küresel piyasalarda yaşanan gelimelerin piyasalarda riskleri arttırdığından ve piyasalarda görülecek dalgalanmaların artacağından bahsetmeye başlamıştı.
Böylelikle dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin sınırlarına ulaşıldı. Ekonominin yavaşlaması ve hatta küçülmesi kaçınılmaz hale geldi. Bu yavaşlama iki şekilde olabilirdi. TL’nin kontrollü bir şekilde değer kaybettiği, kredi genişlemesinin yavaş yavaş azaldığı ve özel sektörün borçlarını azaltmaya başladığı bir duraklama olası senaryolardan birisiydi. Ancak bu senaryonun finansal bir paniğe yol açmadan hayata geçirilmesi çok kolay değildi. Özellikle de cari açığın ve kısa vadeli dış finansman ihtiyacının çok yüksek olması ve buna karşılık Merkez Bankası’nın elindeki döviz rezervlerinin yeterince yüksek olmaması TL’yi spekülatif saldırılara açık bir hale getiriyordu. Böylesi bir senaryonun uygulanabilmesi için faiz oranlarının arttırılması ve dış sermayenin yüksek getiri vaadiyle Türkiye’de tutulabilmesi gerekiyordu ki faizlerin arttırılması ve kredi genişlemesinin yavaşlaması ekonomiyi kaçınılmaz olarak yavaşlatacaktı.
Birinci senaryonun tercih edilmediği ve Kredi Garanti Fonu gibi ekstra önlemlerle kredi genişlemesinin ve inşaat ekonomisinin desteklenmeye devam edildiği ikinci senaryoda ise inisiyatif esasen uluslararası finansal sermayeye bırakılıyordu. 2018’de Türkiye’ye giren dış sermaye miktarının azalması ve son aylarda özellikle kısa vadeli yatırımlarda çıkışların yaşanması TL’nin değer kaybetmeye başlamasına yol açarken son yaşanan gelişmeler bu süreci hızlandırıcı bir rol oynadılar.
Yaşanmaya devam edecek olan döviz ve borç krizinin boyutlarını uluslararası finansal ve spekülatif sermayenin hareketleri ve içerideki politika yapıcıların buna vereceği tepkilerin ortaklaşa belirleyeceği bir sürece giriyoruz. 2017 yılı sonu itibariyle Türkiye’nin toplam dış borcunun miktarı 450 milyar dolar dolaylarındaydı. Bunun 136 milyar doları kamuya, yaklaşık 160 milyar doları bankalara ve yine yaklaşık 160 milyar doları da reel şirketlere aitti. Döviz geliri olmayan işletmelerin bu borçları yeni kurdan ödeyebilmesi imkansız hale gelmiştir. Borçların çevrilmesi, yani yeniden borçlanarak ödenmesi ise Türkiye’nin kredi riskinin son dönemde rekor düzeyde artmasıyla oldukça pahalı hale gelmiştir. Şimdilik bankaların, borçlarını döndürmelerinde bir sorun olmasa da maliyet ve risk giderek artmakta. Ancak en azından bankacılık sektörünün, reel sektörün aksine, döviz açık pozisyonu bulunmaması olumlu bir gösterge.
Öte yandan krizin derinleşmesi halinde, uluslararası finansal sistem için de riskler yaratmaya başlaması kaçınılmaz olacaktır. Özellikle İspanyol, Fransız ve İtalyan bankalarının Türkiye’ye açtığı kredilerin yüksekliği, Avrupa Merkez Bankası’nı şimdiden endişelendirmeye başladı bile. Bu ise Türkiye bankaları için Avrupa merkezli bir kurtarma operasyonunu gerekli hale getirebilir.
Şu anda Türkiye’nin önünde çok fazla seçenek kalmamış gibi görünüyor. Birinci seçenek, uluslararası finansal sermayeye istediğini vererek durumu stabilize etmeye çalışmak olabilir. Yani, faiz oranlarını arttırmak ve kamu harcamalarını kısarken vergileri yükselterek uluslararası sermayeye hem daha yüksek getiri vaat etmek hem de ödemeleri yapmak için harcamalardan kısmak ve vergileri arttırmak. Ancak bu reçetenin işe yarayabilmesi için özel sektörün dış borçlarının en azından bir kısmının yeniden yapılandırılması ve hükümetin borcunu ödeyemeyen özel sektörün borçlarını garanti altına alması beklenecektir. Bu da krizin maliyetinin kamu maliyesi üzerinden geniş kitlelere aktarılması anlamına gelecektir. Ancak uluslararası finansal sermaye IMF’nin dahli olmadan bu reçetenin uygulanacağına güven duyup Türkiye’ye yeniden yatırım yapmayabilir.
İkinci bir seçenek olaraksa sermaye kontrolleri konuşulmaya başlandı. Ancak bu konuda iki sorun var. Birincisi, sermaye kontrolleri esasen kriz yaşandığında değil tam tersine krize yol açabilecek spekülatif sermaye hareketlerini en baştan sınırlamak üzere kullanılması gereken kontrollerdir. Örneğin, 2009’dan itibaren ‘yükselen piyasalara’ yoğun sermaye girişi başladığında Brezilya gibi bazı ülkeler bu sermaye girişlerinin ileride sorunlara yol açmaması için girişleri yavaşlatacak bazı sermaye kontrollerini devreye sokmuştu. Türkiye ise aynı yıl tam tersi bir yola gidip şirketlerin dövizle borçlanmasının önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı tercih etmişti. İkinci sorun ise, cari açık ve dış borç ödemeleriyle birlikte yıllık finansman ihtiyacının ve özel sektörün dış borcunun bu kadar yüksek seviyelerde olduğu; enerjide dışa bağımlı ve üretimde ithal girdi oranı yüksek olan bir ekonomide devreye sokulacak sermaye kontrollerinin etkileri oldukça olumsuz olabilir. P. Krugman’ın Türkiye’ye sermaye kontrolleri önerirken verdiği 1997 Malezya örneği ile 2018 Türkiye örneği arasında bu anlamda oldukça ciddi farklılıklar bulunmakta.
Son bir seçenekse Türkiye’ye farklı kaynaklardan (bazı Arap ülkeleri, Rusya, Çin) sermaye çekerek süreci atlatmaya çalışmak olabilir. Bunun mümkün olup olmadığı, iktisadi ve siyasi temelleri ile yol açacağı sonuçları ayrıca tartışmak gerekecektir.