2000’lerin başından itibaren Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişlerine olan bağımlılığının nasıl arttığını bundan önceki notlarda göstermiştim. Bu dönem, aynı zamanda yurtiçinde de borçluluk oranlarının hızla arttığı ve Türkiye açısından daha önce görülmemiş seviyelere ulaştığı bir dönem olmuştur.
- Borçluluk artışının arkasında yatan temel nedenlerden birisi, özellikle 2008’ten itibaren oluşan küresel likidite bolluğu ortamında reel faizlerin hızla düşerek neredeyse yüzde 0 civarında seyretmesi olmuştur.

- Bu ortamda bankacılık sektörünün şirketlere ve hanehalklarına açtığı kredinin milli gelire oranı 2000’li yılların başında yüzde 10 ila 20 arasında oynarken 2017’nin başına gelindiğinde yüzde 60’ı aşmıştır.

- Hanehalkı borçluluğu da 2002’den başlayarak hızla artmış ve yüzde 20’ye yaklaşmıştır.

Kısacası, dış sermaye girişleri bir yandan TL’nin dolara karşı değerlenmesine yol açarken diğer yandan da kredi genişlemesini desteklemiştir. Kredi genişlemesi ise, özellikle konut kredileri aracılığıyla, inşaat sektörünü ciddi bir biçimde büyütmüş ve aynı zaman da toplam iç talebin artmasına neden olmuştur. Artan iç talep, ekonomik büyümeyi desteklerken bu talebin bir kısmı da ithalatta artışa yol açarak cari açığın genişlemesine sebep olmuştur.
En iyi senaryoda, kredi genişlemesinin yavaşlaması veya durması iç talebi daraltarak ekonominin yavaşlamasına yol açacaktır. Daha kötü senaryolarda ise borçların bir kısmının ödenemez hale gelmesi bankacılık sektörünü zora sokarak bir borç deflasyonunu tetikleyebilecektir. Buradan kaynaklanacak bir şokun büyüklüğü, büyümesi artan borçluluk oranlarına dayanan ekonominin bu kez ne kadar küçüleceğinde belirleyici hale gelecektir.