Deprem, devlet, sermaye — 2

Özgür Orhangazi

1 Mart 2023

Anlaşılan o ki deprem sonrası “devlet nerede” eleştirilerine yanıt, büyük ve hızlı bir inşa faaliyetine girilerek verilmek isteniyor. Bir yandan en yetkili ağızlardan “inşa ve ihya” faaliyetlerine bir an evvel başlanacağı duyurulurken bir yandan da yeni inşaatların nerelerde ve nasıl yapılacağı planlanmaya başlandı. Nitekim Çiğdem Toker’in haberine göre TOKİ hızlı bir biçimde pazarlık usulüyle 8 ihale yapmış bile (1). 

Bu “inşa ve ihya” faaliyetleri bir yandan seçim sürecinde kaybedilen itibarı yeniden kurmak için siyasi olarak kullanılırken bir yandan da tıkanma emareleri gösteren inşaat sermayesi için bir fırsat olarak görülüyor. Son 20 küsur yılda inşaat odaklı büyüyen Türkiye ekonomisinde son dönemde inşaat sektörünün yavaşladığı görülmekteydi. Ucuz krediler ve bazı diğer düzenlemelerle sektöre yapılan desteğin ise konut fiyatlarında hızlı bir artış yaratmasına rağmen yeterli olmadığı görülüyor. 2022 GSYH istatistiklerine göre inşaat sektörü 2022’de yüzde 8,4 daralmış durumda. Aşağıdaki şekilde yapı kullanma izin belgeleri ve yapı ruhsatları sayısındaki gelişmeler de bu durumu teyit ediyor. 

Uluslararası kredi derecelendirmek kurumu Moody’s de deprem sonrası yeniden inşa faaliyetleriyle ortaya çıkacak ekonomik aktiviteyi hesaba katarak Türkiye için 2023 büyüme tahminini yüzde 2’den yüzde 2,3’e, 2024 tahminini ise yüzde 3’ten yüzde 4’e çıkardı. (2)

Bu doğrultuda 24 Şubat’ta OHAL kapsamında yayınlanan kararname ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na orman ve mera alanlarını inşaata açma yetkisiyle birlikte “inşa ve ihya” faaliyetleri için denetlenemeyecek olağanüstü yetkiler tanındı. (3) Bu kapsamda yapılan planlara itiraz edilemeyecek ve hatta taşınmaz mülkiyeti ve imar hakları başka bir alana aktarılabilecek. Böylelikle deprem inşaat odaklı büyüme için bir fırsat olarak da görülüyor. Tıpkı 2000’lerin başından bu yana deprem tehlikesinin inşaat için muazzam kar ve rant sağlayacak kentsel dönüşüm faaliyetleri gibi. Bu konuda Onur Arslan ve Ebru Kayaalp’in şu iki tespiti önem kazanıyor:

  1. “…yerleşim yerlerinde meydana gelen depremler toplumsal olaylardır ve toplumsal olaylar sadece sayılar ve istatistikler yoluyla karşılaştırılamaz. Maraş depremleri tarihimizin en büyük felaketlerinden biri olsa bile 1999 depreminin yarattığı toplumsal travma ve harcanan kaynaklar düşünüldüğünde çok daha az kayıp vermeliydik. 
  2. … kayıpları artıran sadece “açgözlü müteahhitler” değil, depreme hazırlık meselesine dair her şeyin piyasa mantığına göre şekillenmesi oldu. İnşaat sermayesinin çıkarları yerine kamu sağlığını ve can güvenliğini merkeze alan bir hazırlık rasyonalitesi üretmeden yıkıntılar arasından çıkamayız. Depreme hazırlık bir yatırım aracı değildir, olmamalıdır.” (4) 

Herhangi bir sektörde biriken sermayenin sürekli ve yeniden değerlenme sürecine girmesi şarttır. Değerlenme sürecine giremeyen sermaye ya değerini yitirecek ya da başka alanlara yönelmek zorunda kalacaktır. Burada hem para sermaye olarak sektörün elinde biriken sermayeden hem de makine ve teçhizat olarak biriken sermaye mallarından söz ediyorum. Bunca beton fabrikasının, hafriyat aracının, kepçenin şunun bunun sürekli olarak kârlı bir biçimde kullanılması şart. Zaten insanları bu depremde en çok öfkelendiren şeylerden biri de, depremden hemen sonra yıkıntıların altındaki insanları kurtarmak için titizlikle kullanılabilecek inşaat ekipmanının bölgeye zamanında sevk edilmemesiydi. 

Tekrar etmek gerekirse, sermaye kendi kendisini büyütemezse ölür. Sürekli büyümek zorundadır. (Kanal İstanbul ısrarında da biriken inşaat sermayesi için yeni ve büyük bir alan açılması ihtiyacının rolü de göz ardı edilmemeli.) Dolayısıyla inşaat sermayesinin bu depremi bir fırsat olarak görmesi şaşırtıcı değil. Enkaz altındaki ölü bedenlerin mümkün mertebe zararsız bir biçimde çıkarılmasındansa hızla “moloz kaldırma”ya girişilmesi bu anlamda hem siyasi hem de ekonomik nedenlere dayanıyor. Siyasetle ekonomiyi ayıramayacağımızı bir kez daha on binlerce ölüm üzerinden görüyoruz. 

Dolayısıyla, evet liyakatin ve uzmanlığın göz ardı edilmiş olması, siyasi sistemin aşırı merkezi hale getirilmiş olması, içinde bulunduğumuz durumun ardında yatan çok önemli nedenlerdir. Ancak sermayenin doğasını ve kamusalın yavaş yavaş ve inatla ortadan kaldırılmasını gündem yapmadığımız sürece sadece bu nedenlere odaklanarak Türkiye’nin politik ekonomisini anlayabileceğimizi düşünmüyorum. (5)

Peki devlet nerede?

İşte bu “inşa ve ihya” faaliyeti ile devlet nerede olduğunun yanıtını veriyor. Depremin ilk günlerinde “devlet nerede” diye soranların bir kısmına açtığı soruşturmalarla, insanlar twitter üzerinden koordine olarak hayat kurtarmaya çalışırken twitter’ı yavaşlatarak ve devleti eleştirenlerin “not edildiğini” duyurarak devlet nerede olduğunun yanıtını zaten vermişti. 

Ancak, aslında devlet nerede sorusundan ziyade “kamu” nerede diye sormak gerekiyor. (6)

Ancak kamu iki krizi birden yaşıyor. Bunlardan birincisi 2001 krizi sonrasında geçilen politika çerçevesinde devletin “kamusal” yahut “sosyal” alanlardan çekilmesi, eğitim, sağlık vb. kamusal hizmetlerin giderek daha fazla piyasalaştırılması, taşeronlaşmanın giderek artması ve en nihayetinde devletin “şirket” gibi yönetilmesi… Bu anlamda saf ve net bir biçimde neoliberal devleti görüyoruz. “Güvenlikçi” devletin esas fonksiyonu sermaye birikiminin sekteye uğramasına karşı durmak, ekonomide, devlette egemen olanları korumak ve dış emperyal müdahalelerde bulunmak olarak ortaya çıkıyor. Bunu görmeden ikinci krize geçemeyiz. İkinci kriz, siyasi iktidarın bu birinci çerçeve içerisinde kamusal hizmet sunması beklenen kurumların içini boşaltması olarak karşımıza çıkıyor. Böylesi bir afette yanıt vermesi gereken kamu ya da kamusal kurumların (AFAD, Kızılay) içlerinin ne kadar boş olduğunu ve hatta boş olmanın ötesinde nasıl şirketleştiğini inanamayarak izledik. 

Dolayısıyla kamunun güçlendirilmesini hem ekonomik hem siyasi gündemin başına koymamız gerekiyor. Bir yandan neoliberal piyasacı politikaları savunup bir yandan da devleti eleştirmenin çelişkisiyle artık yüz yüze gelmek gerekiyor. Yapı denetiminin dahi özel kâr amaçlı şirketlere bırakıldığı bir ülkede yaşıyoruz.

Türkiye kapitalizminin piyasacı mantığı, bizi getirebileceği yere getirdi. Rant ve kâr maksimizasyonu ile sonuç bu. Artık köhnemiş, eskimiş, vakti dolmuş piyasacı ekonomik düşünceleri bir kenara bırakmak gerekiyor. Her şeyi piyasaya, kamusal olarak sağlanması gerekenleri de “hayırsever”lerin insafına bırakmakla gelebildiğimiz yer ancak burası. Salgında dağıtılamayan maskeler, açıklan(a)mayan ölüm istatistikleri, orman yangınlarında bulunamayan uçaklar, helikopterler, özel şirketlere tahsis edilen madenlerde olmayan iş güvenliği … Kamusal hizmetlerin kâr amaçlı şirketler tarafından yerine getirilemeyeceğini bildiğimiz halde, ekonomiye giriş kitapları dahi bunu yazdığı halde. Şunu tekrar tekrar vurgulamaya devam etmemiz gerekiyor: Hayatımız, kelimenin tam anlamıyla, doğru düzgün işleyen bir kamuya ve doğru düzgün işleyen bir planlamaya bağlı. 

  1. https://www.bloomberght.com/moodys-turkiye-buyume-tahminini-yukseltti-2326108
  2. https://t24.com.tr/yazarlar/cigdem-toker/iki-gunde-6-milyarlik-8-ihale,38851
  3. https://www.ekonomim.com/gundem/kamulastirmada-kiymet-takdirini-degerleme-kuruluslari-yapacak-haberi-684061  
  4. Onur Arslan, Ebru Kayaalp, Afet Yasası, İnşaat Sektörü ve Depreme Hazırlık, 16 Şubat 2023 https://birikimdergisi.com/guncel/11258/afet-yasasi-insaat-sektoru-ve-depreme-hazirlik
  5. Bu konuda önemli bir değerlendirme için bakınız https://www.evrensel.net/haber/483504/kapitalist-felaketcilik-ve-kiyamet-dongusu
  6. Bu konuda bakınız https://birikimdergisi.com/haftalik/11266/nerede-bu-devlet-devlet-dersi-ve-kamu

Önceki yazı: