Yapısal kriz ve gidişat

(Yeni Ülke dergisinin Temmuz 2021 sayısında yayınlanan yazı)

Türkiye ekonomisi, 2018’in yaz aylarında yaşanan döviz krizi sonrasında giderek daha istikrarsız ve kırılgan bir görünüm kazandı. Krizin ardından 2018’in son çeyreği ile 2019’un ilk yarısında küçülen ekonomi, 2019’un ikinci yarısında yavaş yavaş da olsa toparlanmaya başlamışken 2020’de Covid-19 salgının ekonomik etkileriyle birlikte yüksek miktarda dış sermayenin Türkiye ve benzeri ülkelerden hızla çıkmaya başlaması ile sert bir biçimde küçüldü ve Türk lirası hızla değer kaybetmeye başladı. Salgınının ve salgına karşı alınan tedbirlerin ekonomi üzerindeki etkileri birçok ülkede geniş çaplı kamu harcamaları ve gelir desteği programlarıyla göğüslenmeye çalışılırken Türkiye’de iktidar kamu desteklerini oldukça sınırlı bir seviyede tutmayı tercih etti. Verilen desteklerin önemli bir kısmı ise daha ziyade İşsizlik Sigorta Fonu kaynakları kullanılarak fonlandı. Buna karşın yıl ortasından itibaren faiz oranları aşağıya çekilerek ve bankacılık düzenlemelerinde değişiklikler yapılarak bir kredi genişlemesi desteklendi. Başka bir deyişle, yaşanan küçülme borçlandırılarak aşılmaya çalışıldı. Bu sayede bir önceki sene büyüme oranı yüzde 0.9’da kalan ekonomi, 2020’yi yüzde 1.8’lik bir büyüme oranıyla kapattı. Ancak düşük faizler ve kredi genişlemesi ile desteklenen bu büyüme ithalatı artırırken, bir yandan salgının etkisiyle turizm gelirlerinin düşük seviyelerde kalması bir yandan da dış sermaye çıkışlarının devam etmesi döviz kurlarında artış baskısı ortaya çıkarıyordu. Faizleri düşük tutarak ekonomiyi canlandırmaya çalışan iktidar ise birkaç senedir yaptığı gibi örtülü arka kapı müdahaleleriyle Merkez Bankası’nın döviz rezervlerini kullanarak bu artış baskısının bir süre önüne geçmeye çalıştı. Ne var ki bu süreçte döviz rezervleri tükenip Merkez Bankası net olarak döviz borçlusu bir konuma geçerken, sonbaharda artık kur artışlarının önüne geçilememeye başlandı ve ekonomi yeni bir döviz krizinin eşiğine sürüklendi. 

Ekonomide yaşanan bu sıkışma, Merkez Bankası başkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı’nın bir hafta sonu sürpriziyle değiştirilmesi ve yeni gelen isimlerin dış sermaye çıkışlarını durdurmak üzere hem para politikasında hem de maliye politikasında değişiklik sinyalleri vermesi ile sonuçlandı. Faiz oranlarının hızlı bir biçimde yukarıya çekilmesi, önemli miktarlarda kısa vadeli dış sermayenin Türkiye’ye çekilmesini ve Türk lirasının 2020 sonlarına doğru hızla değerlenmesini sağladı. İçeriğinin ne olduğu belli olmasa da bir takım “yapısal reformlar”ın yapılacağı ve hatta “demokratikleşme” yönünde adımlar atılacağı iddiaları dolaşıma sokuldu. Halbuki yaşanan, 2018’den bu yana ekonominin sıkıştığı faiz-döviz kıskacının bir tekrarıydı. Nitekim yüksek faizler içeride borç çevrimini güçleştirmeye ve şirketlerin finansman maliyetlerini yükseltmeye başlayınca çeşitli sermaye çevrelerinin tepkisini çekmeye başladı. Bunu da Mart 2021 sonuna doğru düşük faiz yanlısı yeni bir Merkez Bankası başkanının, yine bir hafta sonu kararıyla görevlendirilmesi takip etti. Bu kez Kasım 2020’nin tam tersi yaşanmaya başladı. İktidarın yüksek faiz politikasının tersine döneceği beklentisiyle dış sermaye iktidara olan güvenini de yitirmiş bir biçimde hızla Türk lirası cinsinden finansal varlıklardan çıkmaya başladı. Bunun sonucunda kurun hızla artması ise hızlı bir faiz indirimini imkânsız hale getirdi ve ekonomi nihayetinde hem faiz oranlarının hem döviz kurlarının yüksek olduğu bir döneme girdi. 

Bu ortamda Mayıs sonunda Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayınlanan gayrisafi yurtiçi hasıla istatistikleri, Türkiye ekonomisinin 2021’in ilk üç ayında geçtiğimiz senenin aynı dönemine göre yüzde 7’lik bir büyüme kaydettiğini gösteriyordu. TÜİK’in yayınladığı enflasyon ve işsizlik istatistiklerine güven çoktan kaybolmuştu. Bu kez büyüme istatistikleri de büyük bir şüpheyle karşılandı. Salgının etkilerinin sürdüğü, resmi işsizlik oranının yüzde 13.1’de, genç işsizlik oranının yüzde 25.3’te ve TÜİK’in “atıl işgücü” olarak tanımladığı geniş işsizlik oranının ise yüzde 27.8’te seyrettiği; resmi enflasyon oranının Mayıs sonunda yüzde 16.6’da olduğu ve Türk lirasının değer kaybının sürdüğü bir ortamda büyüyenin ne/kim olduğu sorgulanıyordu. Nitekim GSYH’nin dağılımına baktığımızda 2020’de aynı dönemde çalışanların toplam gelir içerisindeki payının yüzde 39’dan 2021’in ilk üç ayında yüzde 35.5’e düştüğü görülüyordu. Normalde uzun dönemlerde oldukça yavaş bir biçimde değişen bu oranın bir senede bu kadar sert bir biçimde daralması da eşitsizliklerin ne kadar hızlı arttığının bir göstergesi oluyordu. Öte yandan salgının doğrudan ve dolaylı etkileri birçokları tarafından hissedilirken ağır bir yoksullaşmanın da yayıldığına dair emareler artıyor. Dünya Bankası’nın Nisan 2021’de yayınladığı Türkiye Ekonomik İzleme Raporu’na göre Türkiye’de mutlak yoksulluk oranı 2018’de yüzde 8.5 iken, 2019’da yüzde 10.2’ye, 2020’de ise yüzde 12.2’ye yükselmiştir. Yani 2020 sonunda Dünya Bankası tanımıyla Türkiye’deki mutlak yoksul sayısı 8.4 milyon kişiye ulaşmış durumda. 

Salgının ekonomik sonuçları oldukça ağır olsa da Türkiye ekonomisi bu noktaya salt salgının etkileri yüzünden gelmedi. Aslına bakarsanız bugün ekonominin içinde bulunduğu durum, 2018’den bu yana tıkandığı iyice açığa çıkmış olan dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modelinin bir sonucu. Bu model 2002-2007 ve 2010-2013 dönemlerinde yüksek büyüme oranlarının elde edilmesini sağlamıştı. Bu büyümenin itici gücü ise merkez ülkelerdeki genişleyici para politikaları sonucu ortaya çıkan aşırı likiditenin bir kısmının Türkiye ve benzer ülkelere yönelmesiydi. Bu dönemlerde dış sermaye girişlerinin rekor seviyelere ulaşması, hem döviz kurlarının hem de faiz oranlarının düşük tutulabilmesini sağlıyordu. Bu ortamda iktidar ise büyümenin merkezine inşaat sektörünü yerleştirdi. İnşaat bir yandan hızlı büyüme ve istihdam sağlarken bir yandan da iktidara muazzam bir rant yaratma ve dağıtma mekanizması sunuyordu. Öte yandan, 2002 sonrasında çok uzun bir süre kurların düşük seyretmesi, birçok sektörde ithal girdi kullanımını cazip hale getirmekte, ihracatçı sektörlerde ise rekabet gücünün azalmasına yol açmakta ve nihayetinde yüksek düzeylerde cari açık veren, ithalat bağımlılığının arttığı ve sanayinin aşındığı bir ekonomik yapı ortaya çıkmaktaydı. Döviz kurlarının düşüklüğü sayesinde ithalatın görece ucuz olması ile enflasyon bir nebze kontrol altına alınsa da yüksek büyüme dönemlerinde dahi çok fazla istihdam yaratılamamaktaydı.  

Dünyadaki likidite bolluğunun yavaş yavaş daralmaya başladığı 2014-2017 döneminde ise Türkiye’ye yönelik dış sermaye girişleri halen yüksek seviyelerde seyretse de önceki dönemlere göre azalmaya başladı. Bu ise bir yandan ekonomik büyümeyi yavaşlatırken bir yandan da döviz kurlarının yavaş yavaş artmaya başlamasına yol açıyordu. Yüksek cari açıkların kronik hale gelmesi ve özel sektörün dış borcunun rekor seviyelere ulaşmış olması ise ekonominin dış kırılganlığını artırıyordu. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’de yoğun bir seçim ve referandum gündeminin olduğu bir dönemdi. Böylesi bir dönemde iktidarın ne ekonomik büyümenin yavaşlamasına ne de rant yaratma ve dağıtma mekanizmalarının daralmasına tahammülü olacaktı. Dış kırılganlıkları gözeten, ithalat bağımlılığını azaltmaya yönelik bir ekonomi politikası tercihinden ziyade çeşitli yöntemlerle kredi genişlemesi üzerinden ekonomik büyümeyi her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye yönelik politikalar tercih edilirken, “kamu özel işbirliği” adı altında havaalanı, köprü, otoyol, şehir hastaneleri ve benzeri inşaat projeleriyle de rant yaratma ve dağıtma mekanizmalarının ölçekleri büyütülmeye girişildi. 

Biriken kırılganlıklar ve yapısal dengesizlikler en nihayetinde 2018’de bir kur krizine yol açtı. Bu noktadan itibaren de ekonomi bir faiz-kur kıskacına sıkışmaya başladı. 2018’de faiz oranlarının hızla yukarıya çekilmesiyle döviz kurları stabilize edilse de bu kez de içeride kredi genişlemesine dayanan inşaat odaklı büyüme teklemeye başlıyordu. Döviz kurları stabilize olduktan sonra faiz oranları aşağıya çekilip ekonomik büyümeye hız verildiğinde ise ithalat bağımlılığının yüksek olmasından ötürü cari açık artıyor, düşük faizler dış sermaye girişlerini yavaşlatıyor ve sonunda döviz kurlarının yeniden yükselmeye başlaması hem dış borç ödemelerini güçleştiriyor hem de ithal girdi fiyatlarının artışıyla birlikte enflasyonun hızla yükselmesine yol açıyordu. Ülke hızla yeni bir döviz krizinin eşiğine geldiğinde ise 2020 Kasım’ında olduğu gibi faiz artışları kaçınılmaz hale geliyordu. İktidarın günü kurtarmaya ve inşaat odaklı rant ekonomisini her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye yönelik girişimleri ise kırılganlıkları giderek artırırken bugün içinden geçtiğimiz yüksek döviz kuru, yüksek faiz oranları, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik ortamını hazırlamaktaydı. 

Nihayetinde dış sermaye girişlerine bağımlı, borç artışına dayanan, inşaat odaklı büyüme modeli bir süredir yapısal bir krizin içerisinde. Bu kriz, şimdiye kadar daha sert bir ödemeler dengesi krizine yahut borç krizine dönüşmeden idare edilebilmiş durumda. Küresel likidite bolluğunun sürmesi ve hatta salgın döneminde merkez ülkelerdeki parasal genişlemenin rekor düzeylere çıkması, bu olumsuz senaryoların gerçekleşmemesinde önemli bir paya sahip. Bu noktada iktidarın ekonomi politikası ise bir yandan mevcut rant mekanizmalarını sürdürmeye çalışırken bir yandan da fırsat buldukça faizleri aşağıya çekerek kredi genişlemesi yoluyla ekonomik büyümeyi sağlamak üzerine kurulu görünüyor. Bu ortamda hem Türk lirasının değer kaybetmesi hem de emeğin ucuzlaması sayesinde ihracatın artması ümit ediliyor. Ancak yüksek cari açık vermeden büyüyemeyen ithalata bağımlı ekonomik yapının, yüksek dış borç seviyeleri ve Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin tüketilmiş olması veriliyken faiz-kur kıskacından kalıcı bir biçimde çıkması da mümkün değil. Dolayısıyla 2021’in ilk çeyreğinde yaşanan ekonomik büyüme yılın geri kalan kısmında devam etse dahi, mevcut kırılganlıklar bu büyümenin sınırını belirleyeceğe benziyor. Öte yandan, merkez ülkelerin salgının etkileri geçmeye başladığında yavaş yavaş parasal genişlemeye son verme planları, Türkiye ekonomisi için yeni bir şokun tetiklenmesi ihtimalini gündemde tutuyor. 

Nitekim, Türkiye ekonomisine dair yıllık olağan konsültasyon görüşmelerinin sonuçlarını 11 Haziran’da yayınlayan IMF de Türkiye ekonomisinin büyümesinin giderek daha fazla kredi genişlemelerine dayandığına ve yüksek cari açıklar yarattığına, bunun ise dış borç ihtiyacını yükselttiğine dikkat çekiyor ve büyümeyi sağlayan politikaların aynı zamanda ileriye dönük kırılganlıkları artırdığına dikkat çekiyor. IMF’nin tahminlerine göre büyüme 2021’in geri kalanında da yüksek seyredecek olsa da beraberinde artan riskler getirmesi kaçınılmaz. Döviz rezervlerinin tükendiği ve yurtiçi dolarizasyonun oldukça yüksek seviyelerde olduğu bir ortamda da yurtiçi faiz oranlarının düşürülmesi ya da yurtdışında faiz oranlarının artmaya başlaması IMF’ye göre bu risklerin başında geliyor ve Türkiye ekonomisi bu risklere karşı korumasız durumda. IMF aynı zamanda iktidarın ekonomi politikalarına duyulan güvensizliğin eğer yeni bir kredi genişlemesine gidilirse daha da artacağına işaret ediyor. 

2018’deki döviz krizinden bu yana durumu idare etmeyi başaran ve o zamanlar birçok kesimde ortaya çıkan beklentilerin aksine IMF kredisine yönelmeyen iktidar, eğer önümüzdeki dönemde daha sert bir döviz krizi ile karşılaşırsa bunu bir IMF kredisi ile aşmaya çalışabilir mi? Bilindiği üzere IMF kredileri ödemeler dengesi krizi yaşayan ülkelere belli şartlar karşılığında açılan kredilerdir. Bu tip krediler için IMF ile yapılan anlaşmalar genellikle kurda sert bir devalüasyon ve faizlerin yükseltilmesiyle ekonominin yavaşlatılıp dış ticaret açığının kapatılmasını ve aynı zamanda dış borç ödemelerini garanti altına alacak bir çerçevenin kurulmasını içerir. Kamu bütçesinin disiplin altına alınarak önceliğin dış borçların ödenmesine ve büyük sermayenin kurtarılmasına verilmesi ve bu yönde özellikle sosyal harcamaların kısılması da bu anlaşmaların ana unsurları arasında yer alır. Bu süreçte ucuzlayan yerli işletmeler ise genellikle dış sermaye tarafından uygun koşullarda satın alınır. Nitekim 2001 krizi sonrasında devreye sokulan IMF anlaşması tüm bu unsurları içermekteydi ve bu dönem yoğun bir özelleştirme programının da katkısıyla birçok işletmenin dış sermayeye oldukça düşük fiyatlardan transferine sahne oldu. Bu tarz IMF anlaşmaları kısa vadede krizlerin aşılmasını sağlarken uygulamaların siyasi maliyetleri yine 2001 krizi sonrası uygulanan IMF programının gösterdiği gibi oldukça yüksek olabilir. Bu siyasi maliyete ek olarak iktidarın rant yaratma ve dağıtma mekanizmalarını IMF kontrolüne açması gerekecektir ki iktidar içerisindeki çeşitli grupların küçülen pasta üzerindeki kavgalarının yoğunlaştığı bir ortamda bunun göze alınıp alınamayacağı tartışmalıdır. Ek olarak, iktidarın kendisine yakın sermaye gruplarını seçici bir biçimde kurtarması ve desteklemesi de IMF gözetiminde zorlaşabilir. Dolayısıyla iktidar, 2020 Kasım’ında yaptığı gibi ekonominin çok sıkıştığı bir durumda IMF’ye gitmeden IMF programı benzeri politikaları devreye sokarak dış sermayeyi bir süre de olsa memnun edebilmiştir. Yeni bir sıkışma olduğunda benzer bir yaklaşımın, Mart’ta yaşanan Merkez Bankası başkanı değişikliğinden sonra iktidara olan tüm güveni sarsılan uluslararası finans çevrelerini tatmin etmeyeceği düşünülebilir. 

Öte yandan, muhalefette yer alan partilerin bu yapısal krizden çıkış için Merkez Bankası bağımsızlığı ve IMF’li senaryolar dışında önerebildikleri bir çerçevenin olup olmadığı da tartışmalı. Bu ise yüksek işsizlik oranları ve giderek artan yoksullaşma ile birlikte ağır bir toplumsal bunalıma yönelmekte olan ekonomide IMF’li ya da IMF’siz tamamen sermaye yanlısı bir programın gündeme gelmesi olasılığının çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Nitekim yukarıda bahsettiğim IMF konsültasyon notları, yine işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, başka bir deyişle istihdamın güvencesiz hale getirilmesi önerisi ile son buluyor. Hem yüksek işsizlik ve artan yoksullaşma gibi acil gündem maddelerini hem de ekonominin yapısal sorunlarının nasıl aşılacağını merkeze alan bir tartışmanın vakti çoktan gelmiş durumda. Bu tartışma sadece iktisatçılara ya da uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli bir görevdir.