“Türkiye modeli:” Esas mesele

İçinden geçilen dönemi sadece yanlış para politikası ve bunun sonucu olarak yükselen döviz kuru ve enflasyon üzerinden okuyup sorumluluğu da liyakatsiz kötü yöneticilerde arayan tartışmalar, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarının yeterince tartışılmasının yerini almış durumda. Hatta iktidarın geniş kesimleri yoksullaştıran politikalarını “ne yaptıklarını bilmiyorlar” ya da “iktisat bilimi”nin gerçeklerinden uzaklaştılar söylemiyle eleştirmek ise bir anlamda iktidarı sadece “yanlış” yapıyormuş gibi aklıyor. Halbuki uygulanan politikalar genel olarak sermaye kesimini, özelde bu kesimin içerisinde iktidara yakın olanlarla inşaat odaklı olanları açıkça desteklerken, emeği ucuzlatarak ve genel olarak halk kitlelerinin alım gücünü düşürerek Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği yapısal krizin yükünü kimin çekeceğini belirliyor. 

“İktisat bilimi”nin gerçeklerini ve gereklerini bir başka yazıda ele almak üzere, bu kısa yazıda Türkiye ekonomisindeki “esas mesele”ye birazcık odaklanmaya çalışacağım. Gerek son dönemde uygulanan ekonomi politikalarını eleştirirken gerekse önümüzdeki seçimlerde muhalefet iktidara gelirse uygulayacağı ekonomik politikaların neler olabileceği tartışılırken, açıkça ortaya konmadan yapılan bir varsayım var: “Türkiye ekonomisi dış kaynak girişi olmadan büyüyemez.” Yani Türkiye ekonomisi cari açık vermeden büyüyemez ve bu cari açığı verebilmesi için de dış sermaye girişleri şarttır. Nitekim Türkiye ekonomisinin 1989’dan bu yana performansına baktığımızda dış sermaye girişi olan yıllarda büyüdüğü ve cari açık verdiği; sermaye girişleri tersine döndüğünde ise yavaşladığı, küçüldüğü ve cari açığın daraldığı ya da cari fazlaya geçtiği görülüyor. Dolayısıyla bu varsayım yanlıştır diyemeyiz. 

Ancak bunu tüm ekonomi politikalarının üzerine inşa edileceği bir varsayım olarak mı ele almalıyız yoksa Türkiye ekonomisinin esas yapısal sorunu olarak mı? Aslında çok karmaşık niyet okumalarına girmeden son senelerde Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği durumu şu şekilde özetlemek mümkün: 2001 krizi sonrasında IMF denetim ve gözetiminde Kemal Derviş tarafından uygulamaya sokulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı, bu yukarıdaki varsayım üzerine kurulmuştur. Programın temelinde “doğrudan yabancı yatırımları ülkeye çekerek hem büyümek hem de cari açığı finanse etmek” yer almıştır. Bunun sonucunda da 2000’lerde birçok banka ve işletme dış sermayeye satılmış ya da yabancı ortaklığına açılmış; özelleştirmeler ile birçok varlık dış sermayeye devredilmiştir. Böylelikle 2000’li yıllar Türkiye’ye doğrudan yatırım olarak dış sermaye girişlerinin oldukça yüksek seyrettiği yıllar olmuştur. Doğrudan yabancı yatırımlar esasında yeni yatırım olmaktan ziyade var olan işletmelerin yabancılara devri şeklinde gerçekleşmiştir. Burada doğrudan yabancı yatırımların “faizli borç” olmaması nedeniyle ileride borç krizi ya da ödeme sorunlarına yol açmayacağı düşünülmüştür. 

Aynı dönemde dünya faizlerinin üzerinde faizler sunularak kısa vadeli sermaye de Türkiye’ye çekilmiş ve bunların sonucunda Türk lirası reel olarak değer kazanmıştır. Bu program, 1990’larda yüksek seviyelere ulaşan kamu borçlarını azaltmışsa da onun yerine özel sektör borcunda bir patlamaya yol açmıştır. Benzer şekilde bütçe açığı da düşürülürken bu kez cari açıkta bir patlama ortaya çıkmıştır. 2000’li yılların yüksek büyüme oranları da esasında dünyada bu politikalara izin veren bir likidite bolluğu olmasından kaynaklanmıştır. TL’nin değer kazanması ve kredi genişlemesi ile geniş çaplı bir refah etkisi oluşmuştur. Ancak inşaat ve gayrimenkulün odağında yer aldığı bir büyümenin sınırlarına ulaşıldığında ekonomi de oldukça kırılgan bir pozisyona sürüklenmiştir: Yüksek cari açık, yüksek dış borç, yurtiçinde yüksek borçluluk oranları ve üretimde artan ithalat bağımlılığı bu kırılganlığın temelinde yatan unsurlardır. 

Uzun yıllar boyunca küresel likidite şartlarının olumlu seyretmesi sayesinde dış sermaye girişleri sürmüş, özel sektör dışarıdan ucuza borçlanma fırsatı elde etmiş ve zaman içerisinde dış borçların milli gelire oranı artmıştır. Borçlar arttıkça borç stokunun büyümesi ve borç faizi ödemelerine ayrılması gereken miktarların artması ve 2015’ten itibaren Fed’in faiz artırımlarıyla küresel likidite koşullarının daralması aynı sıralarda gerçekleşmiş ve Türkiye’ye dış sermaye girişleri yavaşlarken dış borçlar yavaş yavaş daha pahalı hale gelmiştir. Nihayetinde yurtdışından döviz girişleri azalınca içeride döviz açığı oluşmuş ve döviz fiyatları yükselmeye yani Türk lirası değer kaybetmeye başlamıştır. Türk lirasının değer kaybı enflasyonu tetiklemiş, enflasyondaki artış Türk lirasında daha fazla değer kaybına sebep olmaya başlamış ve Türkiye, klasik “devalüasyon-enflasyon-devalüasyon…” kısır döngüsüne yeniden girmiştir. 

İktidar ise yavaşlayan dış sermaye girişleri ve artan dış borç maliyetleri karşısında ekonomik büyümenin yavaşlamasına izin vermemek, ekonomik büyümenin odağındaki inşaat sektörü ile borca bağımlı sermaye kesimlerini desteklemek amacıyla negatif reel faiz politikasına yönelmiştir. Negatif reel faiz politikası, hem sermaye girişlerinin neredeyse tamamen durmasına (ve hatta portföy girişlerinin tamamen tersine dönmesine) hem de tasarruflarının değerini korumak isteyen yurtiçi yerleşiklerin dövize yönelmesine yol açarak döviz açığını artırmış ve Türk lirasının daha da fazla değer kaybetmesine neden olarak “devalüasyon-enflasyon-devalüasyon” kısır döngüsünü artık kolaylıkla içinden çıkılamayacak bir hale getirmiştir. 

Bu politika tercihi açıkça sermaye kesimlerini öncelerken, ücretli çalışan geniş kesimlerin reel gelirlerini düşürmekte, buradan yakalanacak bir maliyet avantajı ile de ihracatı artırmayı umut etmiştir. Böylelikle emekten sermayeye ve dolaylı olarak da yurtdışına değer aktarımı yapılmaya başlanmıştır. Bu sayede her ne kadar ihracat hacimleri gerçekten artsa da bu değer aktarımından ötürü bu kez de Türkiye klasik “yoksullaştıran büyüme” tuzağına düşmektedir. Üretimin özellikle 2000 sonrası giderek artan biçimde ithal girdilere bağımlı olması ise cari açık sorununun dolayısıyla da döviz açığı sorununun sürmesine yol açmaktadır. Sert bir ekonomik yavaşlama ve/veya daha büyük ölçekli bir devalüasyon (ki o da sert bir ekonomik yavaşlamaya yol açacaktır) olmadan cari açığın kapanmayacağı ortadadır. 

Sonuç olarak, “yoksullaştıran büyüme” tuzağına düşmüş Türkiye ekonomisi aynı zamanda “devalüasyon-enflasyon-devalüasyon…” kısır döngüsüne de girmiştir. Cari açıksız büyümenin mümkün olmadığı varsayımının sonucu, politika çerçevesinin dış sermaye girişlerini sağlayacak bir biçimde tasarlanmasıdır. Yani bahsedilen kısır döngüden çıkmak için dış sermayeyi çekecek, böylelikle kuru ve enflasyonu kontrol altına alacak ancak bunun maliyetini de geniş kitlelere yükleyecek bir neoliberal kemer sıkma çerçevesinin “iktisat biliminin” gereği olarak sunulacağını görebiliyoruz. Halbuki kısa vadede bu maliyetleri rekor karlar elde eden sermaye kesimlerine ödetecek, çalışanların reel gelirlerini restore edecek, kamunun sosyal hizmetlerini artıracak politikalar elzemdir. Nitekim, iktidarın da “seçim ekonomisi”ne doğru bu türden adımları atmaya başlayacağı  ve seçime kadar sürdüreceği de açık. Orta vadede ise cari açıksız, yani ithalata ve dış sermaye girişlerine bağımlı olmayan bir ekonomik büyüme modeline geçme perspektifi olmayan ekonomi politikalarıysa çok uzak olmayan bir gelecekte benzer döngüleri yeniden yaşamamıza yol açacaktır. 

Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine eklemlenme biçimlerini sorun eden, planlı, dengeli ve eşitlikçi bir büyüme perspektifine yönelen politikaların geliştirilmesi ve geniş destek alması içinse henüz bir süre daha bekleyeceğiz gibi görünüyor.