Şimşek “programı” -1

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hemen her konuşmasında “uyguladığımız program” ifadesini kullanıyor olsa da ortada somut, araçları, hedefleri, mekanizmaları ve yol haritası belli herhangi bir enflasyonla mücadele programı mevcut değil. Şimşek’in “program” olarak bahsettiği, Eylül ayında açıklanan 2024-2026 Orta Vadeli Program ise uzun bir dilek ve temenniler listesi görünümü veriyor sadece. 

Şimdiye kadarki söylem ve uygulamalar ise Şimşek programının iki ana unsuru olduğunu gösteriyor. Bunlardan ilki yüksek faizler ve düşük bütçe açıklarından oluşan ortodoks bir ekonomi politikasıyla mümkün olduğunca dış sermaye çekmek ve böylelikle ekonominin müzmin döviz açığı sorununu ve bir ödemeler dengesi krizi riskini bir süre daha ötelemek. İkincisi ise son yıllarda yaşanan bölüşüm şokunun sonuçlarını, yani ücretler, emekli aylıkları, kıdem tazminatı gibi alanlarda Nebati programı sayesinde yaşanan reel gerilemeyi kalıcı kılmak. 

Bu ikinci unsuru bir sonraki yazıda değerlendirmek üzere ilki üzerine odaklanalım. Şimşek, Mart başında Bloomberg’e verdiği bir özel röportajda seçimler sonrası “çok ciddi yurt dışı kaynak girişi” beklentisi olduğunu ilan etti. Benzer ifadeler Haziran’dan bu yana sıklıkla kullanılıyor. Hatta görevden affedilen bir önceki Merkez Bankası başkanının masasının üzerinde milyar dolarlık yatırım teklifleri olduğunu iddia ettiği hatırlanacaktır. Ancak beklenen “çok ciddi” giriş halen gerçekleşmedi. Yaşanan sınırlı kısa vadeli girişler ise son haftalarda tersine dönerken Merkez Bankası’nın net rezervleri yeniden -50 milyar doların da altına düştü.  

Bu “çok ciddi yurt dışı kaynak girişi” sağlama çabasının ardında Türkiye ekonomisinin kronikleşmiş döviz açığı, döviz açığının arkasında da dört ana neden yatıyor: Bir, Türkiye ekonomisinin ihracattan elde ettiği döviz ithalatını karşılamaya yetmiyor, üretimin ithal girdi bağımlılığı ekonomi büyüdükçe ithalatın da artmasına yol açıyor. İki, bu açığın uzunca bir süre dış sermaye girişleriyle karşılanmış olmasından doğan dış yükümlülükler yurtdışına düzenli olarak faiz ve temettü ödemeleri yapılmasını gerektiriyor. Üç, yurtiçi yerleşikler özellikle son dönemde yurtdışına önemli miktarda sermaye çıkarıyor ve bu da döviz açığını artırıyor. Dört, yurtiçinde TL’ye güven olmadığı için tasarrufları dövizde tutma eğilimi devam ediyor.   

2020’den bu yana dış sermaye girişlerinin döviz açığını karşılamakta yetersiz kalması öncelikle Merkez Bankası’nın döviz rezervleri kullanılarak aşılmaya çalışıldı. Rezervler tükenince başka ülkelerden ödünç alınan rezervler kullanıldı, KKM, yabancıya konut alımı karşılığı vatandaşlık verilmesi gibi icatlarla döviz talebi kontrol altında tutulmaya çalışıldı. Şimşek “programı” ise yüksek faizler ve büyük ihtimalle başka tavizler de vererek ülkeye dış sermaye çekmeye çalışmak üzerine kurulu. Son dönemde uluslararası alanda iktidarın ABD’yle bir yumuşama ve yakınlaşma eğilimine girmesinin de dış sermaye girişini destekleyici olduğu düşünülüyor olsa gerek. 

Ancak faizleri yükselterek dış sermaye girişi sağlamaya çalışmak, ucuz finansmana bağlı şirketler için bir tehlike arz etmenin ötesinde ekonomiyi bir resesyona sokup işsizliği artırma potansiyeline de sahip. Bu bağlamda ekonomiyi yavaşlatsa da çok sert bir resesyona sokmayacak bir oran olarak yüzde 45 oranı belirlenmiş görünüyor. Fakat bu oran şimdilik yetersiz kalmış görünüyor. Uluslararası finansal yatırımcılar yayınladıkları raporlarda faiz oranlarının daha da artması gerektiğini ifade etmeye başladılar bile. 

Şimşek “program”ının enflasyon konusundaki akıl yürütmesi ise şu şekilde: Türkiye’ye yeterli dış sermaye girişi olursa döviz arzı artar, bu TL’nin değer kaybını yavaşlatır, TL’nin değer kaybı enflasyon oranının altında kalınca da reel anlamda TL değer kazanmış olur. Böylelikle ithal girdi fiyatlarında TL’nin değer kaybından kaynaklı artış yavaşlar ve enflasyon oranı da aşağıya doğru gelmeye başlar. Aynı zamanda yüksek faizlerle içerideki talep de kısıldığı için ithalat bir süre azalacağı için döviz ihtiyacı da düşer. 

Bu bakımdan Şimşek ”programı” bir anlamda 2000’lerin başını tekrar etme girişimi olarak da görülebilir.  Bu dönemde Türkiye’ye oldukça yüksek miktarlarda dış sermaye girişi olmuş, TL hem nominal hem reel olarak değer kazanmıştı. Bunun sonucu olarak da enflasyon uzun bir süreden sonra düşüşe geçmişti. Dış sermaye girişleri 2008 küresel finansal krizinden sonra 2010’ların ortalarına kadar artarak devam etti.

O dönem dış sermaye girişlerinin bu kadar yüksek oranda gerçekleşmesinin iki nedeni bulunuyordu. Bir, dünyadaki büyük likidite fazlası ve merkez ülkelerdeki düşük faiz oranları uluslararası sermayeyi Türkiye ve benzeri ülkelerde bir miktar riskli ancak yüksek getirili yatırımlara yöneltmişti. İki, 2001 krizi sonrasında Türkiye’de uygulanan yüksek faiz politikası uluslararası sermayeye oldukça yüksek getiriler sunarken krizi sonucunda Türkiye’deki birçok işletme ve varlık dolar cinsinden oldukça ucuz hale gelmiş ve tarihi bir özelleştirme dalgası yaşanmaktaydı. IMF’nin o dönemde Türkiye’ye verdiği açık ve tam destek de Türkiye’yi yatırım yapılabilir ülkeler arasında ön sıralara yerleştiriyordu. 

Bugün dünyada benzer bir ortam yok. Fed’in  yıl ortasından itibaren faizleri indirmeye başlayacağı ve bunun da yeni bir küresel likidite artışına yol açacağı Şimşek “programı”nın ana varsayımı ve beklentisi gibi görünüyor. Fakat, ABD’nin hızlı bir biçimde faiz indirimine gitmesi için ortada henüz bir neden yok. ABD ekonomisi şimdilik yüksek faizlere karşı oldukça dirençli bir görünüm sergiledi. Ancak ABD’de yaklaşan seçimler öncesi bir finansal kriz ihtimali belirir ya da ekonomi belirgin bir biçimde yavaşlamaya başlarsa faiz indirimleri gündeme gelebilir. 

Bugün Türkiye’de de benzer bir ortam yok. 2000’lerdeki “başarı hikayesi” yerini çoktan bir “başarısızlık hikayesi”ne bırakmış durumda. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına göre Türkiye’nin notu “yatırım yapılabilir” seviyenin altında. Ve bu kez açık bir IMF desteği de mevcut değil.

Şimşek “programı”nın yeterli döviz girişini sağlayabilmesi belli ki faizlerin bir miktar daha artırılmasını ve büyük ihtimalle dış sermayeye farklı tavizlerin verilmesini gerektirecek. Ancak bu da ekonominin sert bir biçimde yavaşlamasına yol açabilir. Buna ne kadar izin verileceğini ve ne kadar tolere edileceğini yerel seçimler sonrasında göreceğiz. Ancak ana belirleyenin döviz açığının seyri olacağı açık. 

Son olarak, diyelim ki Fed faiz indirimlerine bu yılın ortalarında başlamaya karar verdi, uluslararası likidite artışa geçti ve Türkiye’ye “ciddi yurt dışı kaynak girişi” oldu. Bu, Şimşek’in hedeflediği gibi TL’nin reel olarak değerlenmesine yol açacak ve ekonomiyi bir miktar rahatlatacaktır. Ancak TL’nin reel değerlenmesi dış ticaret açığını ve dolayısıyla döviz açığını kısa sürede yeniden artıracaktır. Dış sermaye girişleri süreklilik kazanmadığı müddetçe de yeni bir döviz krizi ve artan enflasyon riski bizimle birlikte olmaya devam edecektir.