Özgür Orhangazi
4 Ekim 2025
Tekno-feodalizm yahut neo-feodalizm yaklaşımının açıklamaya çalıştığı ana mesele, büyük teknoloji şirketlerinin ve özellikle dijital platformların son dönemde eriştiği tekel gücü ve bu gücün getirdiği rantlardır. Bu tekelleşmenin arkasında üç ana neden bulunmaktadır. Birincisi, patent, telif ve marka korumaları gibi fikri mülkiyet hakları, dijital platformların ve büyük şirketlerin bir yandan yenilikleri kontrol etmesine, bir yandan da potansiyel rakiplerin piyasaya girmesini engellemesine önemli bir katkı sunar. İkincisi, dijital platformlarda yazılım geliştirme ya da sunucu altyapısı gibi sabit maliyetler oldukça yüksek ama ek kullanıcı maliyetleri düşük olduğu için platformlar büyüdükçe birim maliyetler hızla düşer. Bu ölçek ekonomisi sayesinde büyük oyuncular küçükleri kolaylıkla piyasalardan dışlayabilir. Üçüncüsü, bir platformun kullanıcı sayısı arttıkça bu platformun diğer kullanıcılar için değeri de artar. Bu ağ etkileri sayesinde yerleşik platformlar giderek daha fazla tekelleşirken yeni girişler son derece zor hale gelir. Bu üç etken, bu sektörlerin sistematik olarak tekelci haline gelmesine ve rant elde etme kapasitelerinin artmasına neden olur.
Aslına bakılırsa, kapitalist ekonomilerde belli başlı sektörlerin çoğunluğu için asıl normal olan zaten idealize edilmiş bir rekabet değil, oligopolistik bir tekelleşme eğilimidir. Ekonomiye giriş ders kitaplarında anlatılan tam rekabetçi serbest piyasaları bir tarafa bırakırsak, ana akım makro ekonomi modellerinin de temel varsayımlarından birisi oligopolistik fiyatlamadır. Benzer şekilde, post-Keynesgil yaklaşımlar da şirketlerin fiyatlama davranışının temel belirleyeni olarak piyasadaki tekel gücünü alır ve “maliyet artı fiyatlandırma” yaklaşımını benimser. Otomotiv, havacılık, demir çelik, perakende zincirler ve benzerleri klasik oligopol örnekleridir. Marx ise kapitalist rekabet ve birikimin iki yolla tekelleşmeye yol açtığını vurgulamıştır. Buna göre kapitalist işletmeler, rekabet baskısı altında ve daha fazla kâr elde etme güdüsüyle kârlarını yeniden yatırıma yönlendirerek ölçeklerini sürekli büyütür. Marx’ın sermayenin yoğunlaşması olarak adlandırdığı bu süreç giderek daha büyük sermaye kütlelerinin oluşmasına ve piyasalara hakim olmasına yol açar. Öte yandan, iflaslar, şirket satın almalar ya da birleşmeler yoluyla sermayenin merkezileşmesi eğilimi tekelleşmeyi artırır.
Dolayısıyla kapitalist sistemde tekelleşme bir istisna değil kuraldır. Tabii bu tekelleşmenin sınırlarını bir yandan bahse konu sektörlerin yapısal özellikleri bir yandan da devletin rekabet politikası belirler. Devletler dönem dönem daha rekabetçi bir ortam yaratmak üzere rekabet yasaları çıkarıp bunları uygulamaya geçirebileceği gibi zaman zaman da tam tersine şirket birleşmelerinin önünü açarak ya da fikri mülkiyet haklarını güçlü bir biçimde uygulayarak daha tekelci bir ortamın oluşmasına yol açabilir. Son dönemde ABD’de dijital platformların tekelleşmesi üzerine Kongre tarafından yürütülen soruşturma ya da AB’nin Google ve Apple’a açtığı davalar bu meseleleri yeniden gündeme getirmiştir. Buradaki devlet-sermaye ilişkilerinin dinamikleri ayrı bir tartışma konusudur.
Ancak tekelleşme eğilimi rekabetin ortadan kalkması anlamına gelmez. Tam tersine, oligopolistik piyasalarda zaman zaman daha sert bir tekelci rekabetle karşılaşabiliriz. Nitekim bugünkü büyük teknoloji şirketleri ve dijital platformlar, devasa fonları Ar-Ge çalışmalarına aktararak sürekli bir inovasyon ve pazar payı koruma çabası içerisindedir. İnovasyon yarışı aynı zamanda maliyetleri kısmak ve sömürü oranlarını artırmak için kullanılır. Bu şirketlerin dışında ortaya çıkan inovasyonlar ise hızlı bir biçimde ve büyük meblağlar karşılığında satın alınır. Örneğin, Google’ın Youtube’u ya da Facebook’un sahibi Meta’nın Instagram ve WhatsApp gibi uygulamaları büyümeye başlar başlamaz satın alması gibi. Teknoloji alanında faaliyet gösteren büyük şirketlerin inovasyon rekabetinde bir an bile geri kalmaları piyasadan silinmeleri sonucuna da yol açabilir. TikTok’un kısa sürede Facebook/Meta’yı tehdit eder hale gelmesi, yeni girişlerin tamamen imkânsız olmadığını gösterir.
Kısacası, belirli alanlarda devasa tekel güçlerinin ortaya çıkması, kapitalist sistemin sonunun geldiği ve başka bir sisteme geçiş yaptığımız iddiasını desteklemek için yeterli değildir. Ancak, tekno-feodalizm yaklaşımının savunucuları, günümüzdeki dijital platformların bağımlılık ve rant ilişkileri üretmesini de bir tür feodalizme dönüşün ispatı olarak sunmaktadır. Birçok işletme ürettikleri malları satmak için bu platformlara bağımlıdır ve elde ettikleri gelirin önemli bir kısmını bunlara komisyon olarak vermek zorundadır. Benzer şekilde, bu platformlar için çalışmak isteyenler de, örneğin, Uber sürücüleri ya da moto-kuryeler, kazançlarının bir kısmını platformlara komisyon olarak bırakmak durumundadırlar. İşte bu ödemeler, tekno-feodalizm yaklaşımı tarafından serflerin feodal lordlara yaptıkları rant ödemeleri olarak gösterilmektedir.
Herhangi bir şirketin piyasadaki tekel gücünü kullanarak rant elde etmesi ya da belirli piyasalara erişimi kontrol etmesi veya kısıtlaması da kapitalist sistem içerisinde istisna değildir. Bu olgunun dijital platformların gelişmesiyle farklı alanlara yayılmasının ya da rant oranının artmasının kapitalist ekonomilerdeki dinamikleri etkileyip şekillendireceği kesin olmakla birlikte ortadan kaldırdığı söylenemez. Bu mesele, finansal sektörün hem boyutlarının hem gücünün artması ve özellikle merkez kapitalist ekonomilerin giderek finansallaşması bağlamında da çok tartışılmıştır. Finansal sektörün ekonominin geri kalanından elde ettiği rantın artması da kapitalist birikim dinamikleri üzerinde kesinlikle etkili olmakla birlikte kapitalizmin sonu anlamına gelmemiştir. Tabii 1980’ler sonrasında neoliberal dönemde genel olarak rant arayışının yaygınlaştığının altını çizmekte de fayda var.
ABD’de kapitalizmin 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarındaki genişlemesine bakıldığında, örneğin demiryollarını, denizcilik sektörü ile nehir ve deniz hatlarını ya da boru hatlarını kontrol eden tekellerin önemli miktarlarda rant elde ettiği ve fakat aynı zamanda da kapitalist piyasaların yayılmasında oldukça kritik bir rol oynadığı açıktır. Bu tekelci rantların, örneğin altyapı yatırımlarını yaygınlaştırarak, aynı zamanda ABD’de kapitalist gelişmeyi hızlandırdığı kabul edilmektedir. Standard Oil ya da Carnegie Steel gibi tekellerin yükselişi de sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin o dönemdeki örnekleri arasında sayılabilir. Bugün, Amazon’un piyasa hakimiyetini kullanarak üretici firmalar üzerinde önemli bir baskı kurduğunu, onları daha ucuz üretime zorladığını, bununsa dünyanın birçok yerinde sömürünün artması ve derinleşmesiyle sonuçlandığını biliyoruz. Ama bu yöntem, dijital platformların yükselişinden önce ABD’nin en büyük market zincirlerinden Walmart tarafından başlatılıp geliştirilmiş, sonrasında Amazon tarafından mükemmelleştirilmiştir.
Serf olarak nitelendirilen çalışanlar açısından ise mesele bir feodalizm meselesi olmaktan ziyade, bu platformların yasal boşlukları da kullanarak çalışanları resmi işçi statüsüne almaması, sözleşmeli çalışan taşeronlar olarak göstermesidir. Burada çalışma ilişkilerinin giderek daha esnek ve güvencesiz hale gelmesi ve bu yolla aslında artı-değerin giderek daha fazlasına el koyması, başka bir deyişle sömürünün yayılması ve derinleşmesi söz konusudur.
Kapitalist sistemin yerine tekno-feodal bir sistemin geçtiğine dair argümanın son iki önemli dayanağı da bu platformların devletler kadar güçlendiği ve muazzam veri kaynaklarını kontrol ettiği üzerine kuruludur. Bu iki unsuru da bir sonraki yazıda değerlendireceğim.