Kalkınmacı retorikle neoliberal çerçeve arasında sıkışmış bir metin
Özgür Orhangazi
6 Aralık 2025
Cumhuriyet Halk Partisi geçtiğimiz hafta yeni parti programını açıkladı. Son seçimlerden birinci parti olarak çıkan ve 19 Mart’tan bu yana büyük bir saldırı altında olan CHP’nin iktidar vizyonunu ortaya koyması açısından bu metin önemli. Bu yazıda programın ekonomiye yaklaşımına dair eleştirel değerlendirmelerimi paylaşacağım. Dört bölümden oluşan programın “Kalkınma ve Ekonomi” ile “Sosyal Devlet” başlıklı bölümleri CHP’nin ekonomi anlayışını ve iktidara gelmeleri hâlinde izleyecekleri politikaları ortaya koyuyor. Yeni bir program hazırlanmasının gerekçesi Türkiye’nin çoklu krizlerle ve belirsiz bir küresel ortamla karşı karşıya olduğu tespitine dayanıyor. Ancak bu tespiti açıklayan, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarını, kriz dinamiklerini ve olası gelecek senaryolarını tartışan bir bölüm bulunmadığı için bu ifadelerde ne kastedildiği belirsiz kalıyor.
Program ilk bakışta “kamucu”, “planlamacı” ve “yatırımcı devlet” vurgularıyla kalkınmacı-devletçi bir ton kuruyor. Devletin üretici ve girişimci bir aktör olacağı belirtiliyor. Ancak programın kalkınmanın temel hedefi olarak “küresel rekabet gücünü artırmayı” tanımlaması önemli bir ideolojik tercihe işaret ediyor. 1990’lardan bu yana neoliberal kalkınma söyleminin merkezinde yer alan bu kavram, toplumsal kalkınmayı refah, emek hakları ya da bölüşüm adaleti yerine rekabetçilik üzerinden tanımlayan bir çerçeveye dayanıyor. Türkiye gibi orta gelirli ekonomilerde rekabet gücü vurgusu çoğu zaman düşük ücretlere, esnek çalışmaya ve ithalata bağımlı üretim modellerine sıkışmayı beraberinde getiriyor. Programın bu kavramı sorgulamadan merkeze alması, kalkınma vizyonunun sınırlarını baştan çiziyor.
Program planlamaya bir rol atfetse de oluşturulacak ulusal planlama kurumunun yalnızca koordinasyonla sınırlı olduğu anlaşılıyor; yönlendirici veya bağlayıcı niteliği ise tamamen belirsiz bırakılıyor. Programda planlama kavramı “stratejik hedeflerin belirlenmesi”, “koordinasyonun sağlanması” ve “büyümenin öngörülebilir kılınması” gibi oldukça soyut ifadelerle tanımlanıyor. Oysa planlamanın kalkınmacı bir çerçevede anlam kazanabilmesi için sektörel yönlendirme kapasitesine, yatırım önceliklerine ve bütçe tahsislerinde bağlayıcılık sağlayacak kurumsal yetkilere sahip olması gerekir. Metinde bu konuların hiçbirine değinilmemesi, planlama söyleminin yapısal dönüşüm aracı olarak değil, daha çok bir “yönetişim mekanizması” olarak ele alındığını gösteriyor.
Programın zayıflıklarından biri sektör politikalarındaki belirsizlik. Enerji, madenler, savunma, tarım-gıda, uzay-havacılık ve biyoteknoloji stratejik sektörler olarak belirtilse de devletin bu alanlarda hangi araçlarla (kamusal mülkiyet, kamu işletmeleri, ortaklık modelleri, düzenleme vb.) nasıl bir rol üstleneceği açıklanmıyor. Stratejik sektör tanımı yapılmasına rağmen kamusal işletmecilik, sektörel dönüşüm hedefleri ve yatırım mekanizmaları tanımsız bırakılıyor. Bu nedenle program, kalkınmacı söylemine rağmen somut politika mimarisini ortaya koyamıyor. Ayrıca stratejik sektörler listelenirken aynı zamanda devletin “serbest rekabetin güvencesi” olacağının belirtilmesi dikkat çekiyor. Savunma, enerji ve madenler gibi doğası gereği tekelci ya da yüksek giriş maliyetli alanlarda rekabetin nasıl işleyeceği belirsizdir. Bu tür sektörlerde kamusal üretim, uzun vadeli planlama ve arz güvenliği temel konular iken programın rekabet vurgusu bu alanların ekonomik gerçekliğiyle örtüşmüyor. Dolayısıyla stratejik sektör söylemi ile piyasa rekabeti vurgusu arasında çözümlenmemiş bir çelişki bulunuyor.
Programın çoğu yerinde devlet, piyasaların etkin işlemesini sağlayacak bir düzenleyici ve altyapı sağlayıcı olarak tanımlanıyor. Enerji ve madencilik gibi doğal tekel niteliği taşıyan sektörlerde dahi kamunun ağırlıklı olarak düzenleyici bir pozisyona yerleştirilmesi dikkat çekiyor. Yer yer kamusal yatırımın mümkün olduğu ima edilse de bunun kapsamı, araçları ve kurumsal yapısı belirsiz bırakılıyor. Sonuç olarak devlet, nihayetinde, neoliberal çerçevede tarif edilen sınırlarının içerisinde kalıyor.
Daha önemlisi, program Türkiye ekonomisinin temel yapısal sorunlarını -dış açık, dış borçluluk, sermaye girişlerine bağımlılık, üretim yapısının bozulması- ele almıyor. Bu sorunların nedenlerine, sonuçlarına ve bunları aşacak politika araçlarına dair bütünlüklü bir analiz bulunmuyor. Programda verimlilik artışı, dirençlilik ve yetkinlik dönüşümü sıklıkla tekrar edilen hedefler arasında yer alıyor. Ancak bu kavramların hangi yapısal sorunlara karşı hangi araçlarla hayata geçirileceği açıklanmıyor. Verimlilik artışı çoğu zaman emek yoğun sektörlerde daha yoğun sermaye kullanımını, kimi zaman da ücret baskısını beraberinde getirir. Dirençlilik ise mevcut üretim yapısının küresel şoklara uyum sağlaması anlamına gelir; ancak bu uyumun sınıfsal maliyetleri tartışılmıyor.
Benzer şekilde son 25 yılda uygulanan neoliberal politikaları bir eleştiriye tabi tutmaktan kaçınan program ne özelleştirmelerin geri çevrilmesine ne de kamu özel işbirliği projelerine yapılan fahiş ödemelere son verilmesine dair bir yaklaşım sergiliyor. Varlık Fonu’nun değerlendirmeye alınmamış olması da ayrı bir eksiklik olarak göze çarpıyor.
Para politikasında merkez bankası bağımsızlığı ve fiyat istikrarı önceliği vurgusuyla neoliberal yaklaşım aynen korunuyor. Maliye politikasında da vergide adalet söylemine rağmen mali disiplin ve bütçe dengesi vurgusu baskın. Program enflasyonla mücadeleyi yalnızca ortodoks araçlarla sınırlandırırken, para ve kredi politikalarında alternatifleri değerlendirmiyor. Programın para politikasına ilişkin bölümü, fiyat istikrarını tek haneli enflasyon hedefiyle tanımlıyor ve bu hedefi büyüme, istihdam ya da yatırım politikalarıyla ilişkilendirmiyor. Para politikasının toplumsal etkileri, özellikle de ücretler, borçluluk ve finansal kırılganlık üzerindeki rolü tartışılmıyor. Türkiye gibi yüksek dış borçluluk ve finansallaşma koşullarında para politikasının sınıfsal etkileri belirginleşirken, program bu tartışmalara kapalı kalıyor. Böylece para politikası teknik bir alan gibi ele alınarak siyasal iktisat boyutundan ayrıştırılıyor.
Program dış ticaret ve küresel bütünleşme konusunda da somut bir dönüşüm vizyonu sunmuyor. Sermaye hareketlerini denetleyecek mekanizmalar, makro ihtiyati politikalar veya stratejik dış ticaret araçları yer almıyor. Dünya Ticaret Örgütü kurallarına bağlılık vurgusu politika alanını daha da daraltıyor. Metnin sıkça tekrar eden Türkiye’nin lojistik üssü olması hedefi ise ülkeyi düşük katma değerli, tedarik zincirlerine uyum sağlayan bir konuma sıkıştırma riski taşıyor. Programda Türkiye’nin küresel değer zincirlerindeki konumunu güçlendirmek gerektiği vurgulanıyor. Ancak mevcut üretim yapısı düşünüldüğünde Türkiye bu zincirlerde ağırlıklı olarak düşük katma değerli montaj ve ara malı üretimi aşamalarında yer alıyor. Program bu konumu değiştirmeye yönelik bir sanayi stratejisi sunmadığı gibi, “lojistik üs” söylemi bu yapının kalıcılaşmasına yol açabilir. Değer zincirlerine eklemlenmek tek başına bir kalkınma stratejisi değildir; önemli olan hangi aşamada, hangi üretim kapasitesiyle ve hangi toplumsal faydayla yer aldığını belirlemektir.
Programın emek alanına ilişkin bölümü ise oldukça olumlu yönler içeriyor. Sendikal engellerin kaldırılması, grev hakkının ertelenemez hale getirilmesi ve örgütlenme hakkının anayasal güvenceye kavuşturulması Türkiye’nin son 20 yıllık otoriter emek rejimi düşünüldüğünde dikkate değer açılımlar. Program emek piyasasına ilişkin olarak “insana yakışır iş”, “verimlilik artışı” ve “istihdam dönüşümü” gibi hedefler belirliyor. Ancak bu hedeflerin birbirleriyle nasıl ilişkilendiği tartışılmıyor. Verimlilik artışı çoğu zaman çalışma yoğunluğunun artması veya teknolojik dönüşümle iş gücü talebinin azalması gibi sonuçlar doğurabilir. Buna karşın program, verimlilik hedefi ile güvenceli ve yüksek gelirli istihdam hedefi arasındaki muhtemel çelişkileri ele almıyor. Emek rejiminin nasıl dönüşeceğine dair kapsamlı bir perspektif sunulmuyor.
Söylem düzeyinde kamuculuk, eşitlik ve emekçilere dair ifadelerin sıklığıyla birlikte vergide adalet başlığı altında yüksek kazançları daha fazla vergilendiren ve dolaylı vergileri azaltan bir vergi reformu tarif edilse de ne yazık ki bu konuda somut bir çerçeve sunulmuyor. Sosyal devlet bölümünde yoksulluk sınırının altında yaşayanlar için temel vatandaşlık geliri vaadi öne çıkıyor. Ancak bu gelirin sosyal devletin tamamlayıcı bir unsuru mu yoksa sosyal politika yükümlülüklerinin yerini alan bir araç mı olacağı belirtilmiyor. Eğitim, sağlık, barınma ve sosyal hizmetlerin hak olarak tanımlanması olumlu olsa da bu alanlarda da güçlü bir kamucu çerçeve oluşturulamamış. Yeşil ve mor dönüşüm hedefleri de benzer şekilde olumlu ancak sınırlı bir çerçeve sunuyor.
Program bir bütün olarak geniş bir sorunlar alanını kapsama iddiası taşısa da ekonomi politikası önerilerinde bütünlük ve tutarlılık sorunu dikkat çekiyor. Kalkınmacı devlet retoriğine rağmen neoliberal çerçeveden uzaklaşılamaması en belirgin çelişki. Bu çelişkinin arkasında hem yurtiçi hem yurtdışı sermaye çevrelerine ters gelecek bir yaklaşımdan kaçınma çabası etkili olmuş olabilir. Sonuç olarak elimizde bir yandan kalkınmacı bir retorik kullanırken bir yandan da neoliberal ilkelerden taviz vermeyen bir ekonomi programı bulunuyor. Bu çelişkili yapının teknik bir zorunluluk değil, açık bir politik tercih olduğunu vurgulamak gerekiyor. Program, kalkınmacı devlet söylemini kullanarak toplumsal desteği genişletmeyi, neoliberal çerçeveyi koruyarak ise sermaye çevreleriyle uyumlu bir görüntü sunmayı hedefliyor. Bu yaklaşım kısa vadede çatışmadan kaçınan bir politika mimarisi sunsa da uzun vadeli yapısal dönüşüm için gerekli olan kamusal müdahale kapasitesini sınırlandırıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan metin, kalkınma iddiasını dile getirse de bu iddiayı gerçekleştirecek kurumsal ve ekonomik araçlardan yoksun bir çerçeve sunuyor.