Otoriterleşmenin politik ekonomisi

Özgür Orhangazi

9 Kasım 2025

2023 seçimlerinin ardından Şimşek yönetiminde uygulamaya konulan yüksek faiz politikasının gerekçesi enflasyonu düşürmek olarak sunulmuştu. Haziran 2023’te yüzde 38 olan TÜİK enflasyon oranı, son açıklanan verilere göre Ekim ayında yüzde 33 olarak gerçekleşti. Böylelikle sadece 2025 enflasyon hedefinin tutmayacağı değil aynı zamanda 2026 hedefine ulaşmanın da pek mümkün olmadığı açık bir biçimde görülüyor. Haziran 2023’ten bugüne Şimşek dönemine bir bütün olarak baktığımızda, TÜİK’in açıkladığı tüketici fiyat endeksinin 1346’dan 3442’ye yükseldiğini görüyoruz. Bu, resmi istatistiklere göre ortalama tüketici fiyatlarının 2,5 kattan fazla arttığını gösteriyor. Yüksek enflasyon ortamında, enflasyon oranındaki birkaç puanlık düşüşün pratikte pek bir anlam taşımadığı bu verilerle ortaya çıkıyor. Ekonomi yönetimi bu başarısızlığın sebebini enflasyon beklentilerinin yeterince hızlı bir biçimde düşmemesi olarak açıklıyor; başka bir ifadeyle, koyduğu hedeflere kimsenin inanmamasından yakınıyor. Oysa uygulanan politikaların önceliği, görünürde enflasyonu düşürmek olsa da esas amaç, yüksek faiz politikasıyla dış sermaye çekip ekonominin döviz ihtiyacını bir ölçüde karşılamak ve enflasyonla mücadele söylemi altında ücret artışlarını sınırlamaktı. 

Son haftaların ilginç bir gelişmesi ise 2002 sonrasında ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak görev yapan Ali Babacan’ın yeniden ekonominin başına geçebileceğine dair söylentilerdi. Bu söylentiler, 2000’li yılların “başarı hikayesi” olarak anılan ekonomik performansına dönüleceği yönündeki nostaljik bir umudun dışavurumu olarak da okunabilir. 2001 krizi sonrasında IMF reçetesinin tavizsiz bir biçimde uygulanması, uluslararası finansal sermayeye yüksek kazanç imkanları sunulması ve kamu işletmelerinin hızla özelleştirilmesi, küresel likiditenin genişlediği bir dönemde Türkiye’ye yoğun dış sermaye girişi sağlamıştı. Bu girişler, TL’nin reel olarak hızla değerlenmesine ve böylelikle enflasyonun göreli olarak gerilemesine yol açarken, kredi genişlemesinin de katkısıyla yüksek büyüme oranları elde edilmişti. Ancak bu büyüme modeli, bir yandan ithal girdi bağımlılığını bir yandan da dış finansmana bağımlılığı kalıcı hale getiriyor ve ekonominin dış kırılganlığını artırıyordu. 

2013 ortasında Fed’in tahvil alımlarını azaltacağı yönündeki açıklaması, Türkiye gibi ülkelere yönelen sermaye akımlarının yavaşlamasına, yer yer tersine dönmesine yol açtı. 2014’te kurda gerçekleşen yükseliş ancak Merkez Bankası’nın politika faizini sert bir biçimde artırmasıyla sınırlandırılabildi. 2015’ten itibaren ise Fed’in faiz artışlarına başlamasıyla birlikte Türkiye ekonomisi düşük faiz ile düşük kur arasında bir ikilemle karşı karşıya kaldı; ekonomi bir kur-faiz kıskacına girdi. Sermaye giriş çıkışlarının tamamen serbest olduğu bir ekonomide hem faizleri hem de kuru düşük tutmak ancak sermaye girişleri sürdüğü sürece mümkündü. Düşük faiz, düşük kur, düşük enflasyon ve yüksek büyümeden oluşan “altın dönem” sona ermişti. 

Bu noktadan itibaren ekonomi yönetiminin önünde makroekonomik açıdan iki seçenek vardı: Ya yüksek faizle TL’nin değer kaybı ve enflasyon sınırlanacak, fakat büyümeden feragat edilecekti; ya da büyüme öncelikli bir çizgi korunacak, kur artışı ve enflasyon baskısı göze alınacaktı. İktidar, büyümeden vazgeçmeden hem kredi genişlemesini sürdürmeye hem de kuru mümkün olduğunca kontrol altında tutmaya çalıştı. 2016-17’deki kredi genişlemesi, büyümeyi kısa vadede canlandırsa da 2018’de bir döviz kriziyle sonuçlandı. Faizler yeniden yükseltilmek zorunda kalındı, ekonomi 2019’da resesyona girdi. 

2020’de Covid-19 salgınıyla birlikte yaşanan sermaye çıkışları ekonomiyi bir ödemeler dengesi krizinin eşiğine getirdi. Merkez Bankası’nın döviz rezervleri hızlı bir biçimde erirken bir noktada faizler yeniden artırılmak zorunda kalındı. 2021’de ise düşük faiz ve yüksek kur çerçevesine sert bir geçiş yapıldı. Bu esasen “enflasyon pahasına büyüme” tercihiydi. Yüksek enflasyonun maliyeti büyük oranda ücretlilere ve emeklilere yüklendi. “Türkiye modeli” olarak sunulan bu politika çerçevesinin merkezinde, düşük kur ve yüksek enflasyon aracılığıyla emeği ucuzlatmak ve sermayenin kârlılığını artırmak hedefi bulunuyordu. Bu anlamda 2023 sonrasında uygulanan politikalar da bu çizginin devamı niteliğinde oldu. Buna ek olarak, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının daha yoğun biçimde sermaye birikimine açılması, doğa talanının yeni bir boyut kazanması son yılların önemli bir özelliği olarak belirdi. 

Ancak bu dönemi yalnızca ekonomik göstergeler üzerinden yorumlamak eksik bir okumaya yol açacaktır. 2013 Gezi Direnişi, 2015’te iktidarın seçimleri kaybetmesi ve ardından barış sürecinin bitirilmesi, 2016 darbe girişimi ve peşinden gelen OHAL uygulamaları, 2017 rejim değişikliği, 2018 cumhurbaşkanlığı seçimleri… Bu siyasi dönemeçlerin tamamı, artan baskı ve otoriterleşme süreciyle iç içe geçti. Yapılan tartışmalarda ise genellikle demokrasiden uzaklaşmanın ekonomik performans üzerindeki olumsuz etkisine odaklanıldı. Bunda, neoliberal ideolojinin zihinlerde yarattığı, ekonomi ve siyaset alanlarının birbirlerinden ayrı olduğu yönündeki ezberin etkisi küçümsenemez. Oysa, siyasi gelişmelerle iktisadi gelişmelere tek yönlü nedensellikler atfetmektense bu ilişkileri bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Türkiye’deki ekonomik gidişat ile yaratılan siyasal baskı ortamı birbirini tamamlayan bir bütün oluşturuyor. 

Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, asgari bir demokrasi ortamında -örneğin, bağımsız sendikal örgütlenmenin önünün açık olduğu, grevlerin engellenmediği, gösteri ve yürüyüş hakkının kullanılabildiği bir düzende- ne ücretler bu kadar bastırılabilir, ne emekli maaşları açlık sınırının altına çekilebilir, ne eğitim, sağlık gibi kamu hizmetleri bu denli tırpanlanabilir, ne de zeytinlikler, ormanlar böylesine hoyratça talan edilebilirdi. Yüksek enflasyonun kalıcılaştığı, geniş kesimlerin alım gücünün düştüğü, işsizliğin yaygınlaştığı, gelir ve varlık dağılımının giderek daha da çarpıklaştığı, kamusal hizmetlerin iyiden iyiye eritildiği, ülkenin neredeyse tamamının maden sahası ilan edildiği bir ortam, baskı ve otoriterliğe olan ihtiyacı da sürekli olarak yeniden üretiyor. Babacan yeniden ekonominin başına geçse işler düzelir söylentileri ise esas meseleleri tartışmanın önüne geçen bir oyalama işlevi görüyor. 

Leave a comment