Enflasyonla mücadelenin politik ekonomisi

Özgür Orhangazi

20 Eylül 2025

Standart enflasyonla mücadele programlarında enflasyonun yurtiçinde toplam talebi daraltarak düşürülebileceği varsayılır. Buna göre, merkez bankası faizleri artırarak kredi çekmeyi daha pahalı hale getirir, kredi hacmi daralır ve krediyle finanse edilen harcamalar azalır. Aynı zamanda yüksek faiz oranları firmaların yatırımlarını, insanların tüketimlerini bir miktar ertelemelerine ve tasarruflarını faizden para kazanmaya yönlendirmelerine yol açar. Bu programlarda talebi düşürecek bir diğer etken olarak da hükümetin kamu harcamalarını kısması beklenir. Yatırımların azalması ve düşen taleple birlikte üretimin de daralması işsizliği artırabilir, ancak program için bu olumlu bir gelişmedir çünkü artan işsizlikle birlikte toplam harcamalar daha da düşer. 

Peki talebin daralması, enflasyonu nasıl düşürür? Teoriye göre firmalar, ürünlerine olan talep azaldığında iki seçenekle karşı karşıyadır. Ya fiyatlarını artırmaya devam eder ancak daha az satış yapabilirler. Ya da satış miktarlarını mümkün mertebe korumak için fiyat artışlarını sınırlarlar. Özellikle büyük işletmelerde ölçek ekonomileri geçerli olduğundan, yani maliyetin büyük bir kısmını sabit maliyetler oluşturduğundan ötürü bu işletmelerin satış miktarını korumak için fiyat artışlarını düşük tutmaları beklenir. Böylelikle hem ekonomik büyüme düşmeye ve hatta, programın ne kadar sert uygulandığına bağlı olarak, ekonomi küçülmeye hem de enflasyon düşmeye başlar. Bir noktada enflasyon yeterince düştüğünde ekonomiyi canlandırmak için tekrar faiz indirimleri başlar, kamu harcamaları yeniden artırılır.  

Türkiye’de uygulanan yüksek faiz politikasına destek verenlerin kafalarındaki teorik çerçeve de budur. Bu yüzden de gerek sağdan gerekse soldan iktisatçılar sürekli olarak enflasyonla mücadele programının bütçe ayağının eksik kaldığından, kamu harcamalarının yeterince kısılmadığından söz ederler. 

Halbuki yapısal olarak döviz açığı veren, yüksek miktarda ithal ürün tüketen ve üretiminde ithal girdi oranı yüksek olan bir ekonomide enflasyonun ana belirleyeni döviz kurlarıdır. Bu tip ekonomiler genellikle dolarize olmuş, yani bir anlamda çift paralı ekonomilerdir. Türkiye’de birçok malın ve hizmetin fiyatı dolar üzerinden belirlenir; ödemeler TL üzerinden yapılsa bile hesaplar, planlar dolar üzerinden yapılır. Dolayısıyla, böyle bir ekonomide enflasyonu kontrol altına almanın ana yöntemi de döviz kurunu kontrol altına almaktan geçer. Nitekim iktisat literatüründe bu tür programlar kur çıpasına dayalı dezenflasyon programları olarak anılır. Döviz kurundaki artışı sınırlı tutmanın yoluysa bir şekilde ülkeye fazladan döviz girişi sağlamaktan geçer. Yani yüksek faiz, esasen talebi düşürdüğü için değil, bu yüksek faizden kazanç sağlamak isteyenlerin döviz getirmesi ve böylece döviz kurundaki artışın sınırlı kalmasıyla enflasyondaki artışı dizginleyebilir. 

Nitekim 2001 sonrası Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı da tam olarak bu mantık üzerine kurulmuştu. Bu dönemde enflasyonda yaşanan hızlı düşüşün ardında da Türkiye’ye yoğun bir biçimde dış sermaye girmesi ve döviz kurundaki artışın oldukça sınırlı olması, hatta zaman zaman TL’nin nominal olarak dahi değerlenmesi yatmaktadır. KKM deneyimi de aslında bu kur çıpası mantığının bir varyantı olarak görülebilir, dolarize olmuş bir ekonomide yurtiçi döviz talebi baskılanıp borçlanarak elde edilen rezervlerle kur artışı ve enflasyon belirli sınırlar içerisinde tutulmaya çalışılmıştı. 2023 ortasından bu yana uygulanan yüksek faiz politikası da yine benzer bir mantık üzerine kurulmuştur. Yüksek faizlerle ülkeye dışarıdan döviz çekilmesi, bu dövizin bir kısmının Merkez Bankası’nda döviz rezervi olarak biriktirilmesi ve gerektiğinde kullanılarak döviz kurundaki artışın enflasyonun altında tutulması amaçlanmaktadır. Formül oldukça basittir: “Döviz kurundaki artış” < “Enflasyon oranı“ < “Faiz oranı”

Bu formülün başarıyla uygulanabilmesi için yurtdışından Türkiye’ye döviz getirip onu TL’ye çevirerek yüksek faizden faydalanacak olanların, kurun fazla yükselmeyeceğine ikna olmaları gerekir. Bunun için de güvendikleri birisinin bu konuda onlara söz vermesi ve bu sözün arkasında durması gerekir. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde kur çıpasına dayalı enflasyonla mücadele programları ya IMF’nin programı desteklemesi ile ya da programın başında uluslararası finans çevrelerinin güvenebileceği birisinin olmasıyla sürdürülebilir. 

Böylesi bir program başarıyla uygulandığı sürece enflasyonda bir miktar düşüş kaydedilebilir. Ancak formülün başarıyla uygulanması, yani döviz kurundaki artışın enflasyon oranının altında tutulması, para biriminin reel olarak değerlenmesi ile sonuçlanır. Bu ise enflasyonda bir düşüş kaydedilse de daha ileriki dönemlerde döviz ihtiyacını artıracak üç gelişmeye yol açar. 

Birincisi, dış yatırımcılar yüksek faizden elde ettikleri getiriyi geri yurtdışına çıkarmaya başladıkça yurtdışına yapılan faiz ödemeleri ve dolayısıyla döviz ihtiyacı yeniden artar. Eğer başka bir kaynaktan yeterli döviz girişi sağlanamıyorsa yüksek faiz politikasına uzun süre devam etmek zorunda kalırsınız. 

İkincisi, yurtdışındaki ürünler görece daha ucuz hale getirmeye başlar, bu da ithal tüketimi teşvik eder. Üretimde kullanılan girdilerin de yurtiçinde üretilmesindense yurtdışından temin edilmesi daha avantajlı hale gelir, ithal girdi kullanımı yüksek seyreder. Dolayısıyla ithalat için gereken döviz miktarı artar. Yurtiçinde üretilen ürünler de dış piyasa için pahalı hale gelmeye başladıkça ihracatçılar yurtdışında ya piyasa kaybetmeye ya da piyasa kaybetmemek için fiyat kırmaya başlarlar. Böylece Türkiye’de üretilen bir ürün burada, örneğin Avrupa’ya göre, daha yüksek fiyattan satılmaya başlar. Türkiye’de görece tekel konumlarından ötürü fiyatları düşürmeyen şirketler, Avrupa piyasalarında başka üreticilerle rekabet edebilmek için fiyat kırarlar. Turizm gibi hizmet sektörleri yurtdışına göre daha pahalı hale gelir ve yurtdışına satılan paketlerde diğer rakiplerle rekabet edilebilmek için fiyat kırılır, yurtiçindekilere ise yüksek fiyatlardan satış devam eder. Bu kez de yurtiçinde yaşayanlar daha uygun fiyatlı tatil için feribotlara doluşup Yunan adalarına akın eder. Nihai sonuç, döviz açığının artması olarak ortaya çıkar. 

Üçüncüsü, içerideki faizlerin yüksek olması şirketleri yurtdışından daha düşük faizlerle borçlanmaya sevk eder. Yüksek faiz ve kontrollü kur dönemi ne kadar uzun sürerse dış borçlar da o kadar çok artmaya başlar. Dış borçların artması, önümüzdeki dönemlerde bu borçların faiz ve ana para ödemeleri geldiğinde döviz ihtiyacının artması anlamına gelir. 

Kısacası, orta vadede finansal kırılganlık sürekli artar, dış sermayeye bağımlılık kronikleşir. Bir noktada şu ya da bu sebepten yurtdışından yeterince döviz girişi olmadığında döviz kurunu artık kontrol edemezsiniz, kur yeniden hızla yükselir, dış yükümlülüklerin ağırlığı artar. Ne bu noktaya ne zaman ve nasıl gelineceğini tam olarak öngörmek ne de bir kez gelindiğinde geri dönmek mümkündür. Kurun artmasını engellemeye merkez bankasındaki döviz rezervlerini piyasaya sürerek kontrol edeyim dediğinizde bir bakarsınız ki 128 milyar dolar kısa sürede buharlaşmış bile. Kur artmaya başlayınca da enflasyon yeniden yükselişe geçer, Kırmızı Pazartesi göndermeli yazılar yazılmaya başlar. 

Sonuçta olan, önce enflasyon yüzünden sonra da enflasyonla mücadele bahanesiyle reel gelirleri düşürülen işçilere, memurlara, hizmet fiyatlarını artırma gücü olmayan serbest çalışanlara, emeklilere, işsiz kalanlara, iş bulamayanlara olur. 

Leave a comment