Satılık köprü!

Özgür Orhangazi

13 Eylül 2025

Ekonomi gündemi oldukça hızlı bir biçimde değişiyor. Son bir ayda, Merkez Bankası yeni enflasyon hedeflerini açıkladı, bazı vergiler artırıldı, kur korumalı mevduat (KKM) sistemi tasfiye edildi, Orta Vadeli Program (OVP) açıklandı ve politika faiz oranı bir miktar aşağı çekildi. Bu arada Şimşek ve ekibinin “enflasyonla mücadele”ye başlamalarının üzerindense iki seneden fazla zaman geçti ve Ağustos sonu itibariyle TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı yüzde 33 seviyesinde. Oysa yılın başında 2025 sonu için konulan enflasyon hedefi yüzde 21’di ve asgari ücrette yapılan artış da bu hedef doğrultusunda düşük tutulmuştu. Görünen o ki sene sonunda TÜİK’in enflasyon oranı yüzde 30 civarında gerçekleşecek. Şimşek’i açık ya da örtük biçimde destekleyenler, eksik olanın bütçe politikaları olduğunu söyleyip meseleyi teknik bir sorun gibi göstermeye çalışsalar da bu programın hedefi enflasyonu düşürmek değil, emek gelirlerini baskılamak ve sermayeyi güçlendirmekti. Şimşek politikaları, Nebati politikalarının enflasyonla erittiği ücretleri bu kez enflasyonla mücadele bahanesiyle baskılamaya devam etmek, zaten kısıtlı olan sosyal harcamaları mümkün olduğunca düşürmek ve bunu yaparken de ekonominin iyiden iyiye bozulmuş olan döviz dengesini spekülatif dış sermayeye oldukça yüksek kâr olanakları sunarak geçici de olsa toparlamak üzerine kuruluydu. 

Nitekim, yüksek faiz politikasının en büyük başarısı olarak da Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde yaşanan artış gösterilmekteydi. Ekonomi yönetimi, bir önceki döneme benzer müdahaleleri sürdürerek döviz kurunu dış sermayeye verilen sözler doğrultusunda belirli bir patikada tutmaya çalışıyor ve döviz rezervlerini bu amaçla kullanıyor. Bu da döviz rezervi biriktirerek TL’deki değer kaybını sınırlı tutmak üzerine kurulu. Kimileri rezervlerin bir sonraki seçim döneminde yeni bir parasal genişleme hamlesinde kullanılmasını beklerken, rezervlerin 19 Mart’ta yapılan siyasi operasyonların döviz piyasalarındaki etkilerini kontrol etmek için de kullanılacağı görüldü. Her ne kadar 19 Mart’ta döviz piyasalarında kontrol kısa süreliğine kaybedilmiş olsa da bundan çıkarılan derslerle bu kez son operasyonlar esnasındaki müdahaleler, kuru kontrol altında tutmak açısından daha başarılı oldu. Nihayetinde elinizde yeterli döviz yokken siyasal ve ekonomik belirsizliği artırıcı hamleler yapmanız sizi hızla bir ödemeler krizinin eşiğine sürükleyebilirdi. 

Böylesi dönemlerde ayrıntılarda fazla kaybolmadan, değişip duran gündem içerisinde değişmeyene odaklanmakta fayda var. Geçtiğimiz haftanın ekonomi alanında öne çıkan haberlerinden birisi de boğaz köprüleri ile bağlantılı otoyolların satışa sunulması yönünde atılan adımlardı. Bloomberg’de yer alan habere göre Özelleştirme İdaresi, bazı uluslararası yatırım bankalarından boğaz köprülerinin ve dokuz otoyolun satılması için öneriler geliştirilmesini istedi. Bunu yurtdışı menşeli bir haber ajansından öğreniyor olmamızı şimdilik bir yana bırakırsak, bu haber aslında değişen gündem içerisinde asıl değişmeyeninin ne olduğunu bize gösteriyor. 2000’ler, Türkiye’de özelleştirmelerin en yoğun ve pervasız biçimde hayata geçirildiği yıllardı. Bu dönemde Tekel, Tüpraş, Türk Telekom gibi stratejik kurumların yanı sıra çok sayıda fabrika ve maden satıldı; özelleştirme gelirleri rekor seviyelere ulaştı. Dönemin ekonomiden sorumlu devlet bakanı Babacan dahi yıllar sonra ‘bugünkü aklımız olsa tekel durumundaki kuruluşları özelleştirmezdik’ diyerek bu sürecin sorunlu doğasını kabul etmek zorunda kaldı. Bugünse Kamu-Özel İşbirliği projeleri aracılığıyla köprülerden otoyollara, havalimanlarına, şehir hastanelerinden enerji yatırımlarına kadar pek çok alanda kamu kaynakları uzun vadeli garantiler ve yüksek ödemeler yoluyla özel şirketlere akıtılıyor. Yani özelleştirme bitmemiş; sadece biçim değiştirmiş durumda. Son yıllarda ise ormanlar orman statüsünden, zeytinlikler zeytinlik statüsünden hızla çıkarılıyor. Ülkenin hemen her yeri maden sahası olarak ilan edildi ve maden arama izinleri dağıtılmakta. Neredeyse tüm kıyılar ranta açılmış durumda. İşte boğaz köprülerinin satışa konması da bu gelişmelerin üstüne gündeme geliyor. Değişmeyenin, yerin altındaki ve üstündeki her türlü kaynağın, kamuya ait her türlü varlığın şirketlerin kullanımına açılması olduğunu görüyoruz. Türkiye’deki birikim süreçlerinin olmazsa olmazı, devletin yerli ve yabancı sermaye için sürekli yeni rant alanları açması, kamuya ait ne varsa olabildiğince özel şirketlere teslim etmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu süreçte, dağ, taş, su ne varsa satılacak, özelleştirilecek, kamunun/halkın elinden alınacak varlıklar olarak görülüyor. 

Bu aynı zamanda, doğrudan Nebati-Şimşek programlarının sürekliliğiyle de ilgilidir. Her iki program da esasen ücretlerin baskılanması, çalışan kesimlerin emekli aylıkları ve kıdem tazminatları gibi kazanımlarının törpülenmesi ve şirketlere ve varlıklı kesimlere kaynak aktarılırken yeni kâr ve rant alanları açılması hedefleriyle oldukça uyumludur. Mesele çoktandır faiz-döviz meselesini, KKM’yi, OVP’yi aşmış durumda. Ücretli çalışanların yarısının asgari ücret civarında bir ücret aldığı, emeklilerin önemli bir kısmının asgari ücretin de altında bir emekli aylığı ile geçinmeye çalıştığı, geniş işsizlik oranlarının rekor kırdığı, her şeyin satılabildiği bir dönemdeyiz. Aslında satışa sunulan sadece köprüler değil, toplumun ortak geleceğidir. Bir yandan bütünüyle sermayeye çalışan, bir yandan da daha otoriter, daha baskıcı ve mümkün mertebe seçimsiz bir rejime doğru sınırları zorlayan bir süreçle karşı karşıyayız. Bu ikisinin birbirinden bağımsız olmadığını görmeden ve ona göre davranmadan da bu gidişatın durdurulması, tersine çevrilebilmesi mümkün görünmüyor. 

Leave a comment