Özgür Orhangazi
5 Temmuz 2025
2000’lerden 2010’ların ortalarına kadar, küresel finansal kriz dönemi hariç, görece istikrarlı bir biçimde genişleyen Türkiye ekonomisi, 2015 sonrasında bir yandan küresel finansal konjonktürün değişmesi bir yandan da büyüme döneminin ağırlaştırdığı yapısal sorun ve kırılganlıklar sonucunda yavaş yavaş daha istikrarsız bir görünüm sergilemeye başladı. Bu dönemi daha önce birçok yerde ayrıntılı olarak incelediğim için burada detaylarına girmeyeceğim. İlgilenenler Türkiye Ekonomisinin Yapısı: Yapısal Sorunlar, Kırılganlıklar ve Kriz Dinamikleri başlıklı çalışmaya göz atmak isteyebilir. Ancak alternatif ekonomi politikalarını tartışmaya başlayabilmek için bazı hatırlatmalarda bulunmakta fayda var:
Birincisi, Türkiye ekonomisinin bugün karşı karşıya bulunduğu durumun kökenleri, geç sanayileşen ve 1980’den itibaren dünya ekonomisiyle serbest ticaret ve serbest sermaye hareketleri yoluyla prematüre olarak eklemlenme politikalarını tercih eden kapitalist bir ekonominin yapısal sorun ve çelişkilerinde yatmaktadır. Bu yapı, ekonominin ağırlıklı olarak katma değeri düşük bir üretim patikasında kalmasına neden olmuştur. Düşük verimlilik, düşük ücretler ve özellikle küçük ve orta boylu işletmeler için finansman kısıtlarının yüksek olması buna eşlik etmiştir. Buna karşılık rantiyeci eğilimler genel olarak baskın çıkmış, birikim süreçlerinde devletin sağladığı imkanlar, destekler, ihaleler ve özelleştirmeler merkezi bir önem taşımıştır. Dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin tamamen serbest bırakılması tercihi, kronik dış ticaret açığını ağırlaştırmış; dış ticaret açığını dış sermaye girişleri ile kapatma çabası da periyodik olarak kamu bütçesi, bankacılık sektörü ya da reel kesimde riskler, kırılganlıklar ve krizler yaratmıştır.
2001’den itibaren önce Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”yla sonrasında da Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları tarafından yapılan politika tercihleri, bir süre ekonomik büyüme ve istikrar yaratmış olsa da bu yapısal sorunları ağırlaştırmıştır. 2000’lerde ve 2010’larda, dünya ekonomisinde likidite bolluğu olan dönemlerde, artan dış sermaye girişleri sahte bir refah dönemi yaratırken, üretimin ithalata bağımlılığını artırmış, bu da giderek daha fazla dış sermaye ihtiyacına yol açmıştır. Yeterli dış sermaye girişinin olmadığı dönemlerde yüksek faizle dış sermaye ülkeye çekilmek zorunda kalınmış, ancak yüksek faiz dönemleri içeride dengeleri bozan özellikler taşımıştır. Bir yandan dünya konjonktürünün değişmesi bir yandan da Türkiye ekonomisinin dış yükümlülüklerinin giderek artmasının yarattığı kırılganlıklar 2015’ten sonra ekonomiyi istikrarsızlaştırmış, 2018’de ilk döviz krizine, sonrasında da faiz-kur kıskacına girilmesine yol açmıştır.
İkincisi, 2015 sonrası, aynı zamanda, Türkiye’de siyasal istikrarsızlığın ve baskının da hızla arttığı bir dönemdir. Siyasal istikrarsızlıkla ekonomik istikrarsızlık arasında bir ilişki olduğu kuşkusuzdur. Ancak bu ilişki nedense Türkiye’de hep tek yönlü bir ilişki olarak düşünülüyor ve nedensellik genellikle otoriterleşme, kurumların aşınması, “doğru” ekonomi politikalarından sapılması gibi etkenlerden ekonomiye doğru tanımlanıyor. Bu da hem Türkiye kapitalizminin yapısal sorun ve çelişkilerinin yeterince tartışılıp anlaşılmamasına hem de ekonomi politikası önerilerinin “doğru” ekonomi politikalarına dönülmesi ve içeriği oldukça muğlak “yapısal reformların gerekliliği” argümanlarıyla sınırlı kalmasına yol açıyor.
2021’in ikinci yarısından itibaren devreye sokulan düşük faiz politikasının dış sermaye girişlerini yavaşlatması ve yurtiçinde dövize olan talebi artırmasıyla birlikte bir yandan Merkez Bankası ödünç rezervlerle döviz piyasasına dolaylı müdahalelerini kalıcılaştırdı, bir yandan da içinde yurtiçi döviz talebini düşürmeyi hedefleyen “kur korumalı mevduat” gibi araçların da yer aldığı bir dizi karmaşık düzenleme devreye sokuldu. Bu politika tercihleri birçokları tarafından “irrasyonel” olarak nitelendirildi. Burada “irrasyonalite”den kasıt alışılagelmiş standart ortodoks ekonomi politikalarından bir sapmaydı. Kimileri bu sapmayı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz konusundaki görüşleriyle açıklamaya çalışırken kimileri de bunu demokrasi ve kurumların aşınmasının ve liyakata önem verilmemesinin bir sonucu olarak değerlendirdi.
Halbuki, 2021’de devreye sokulan politika çerçevesinin ana amacı enflasyon yoluyla ücretleri eritirken sermayenin kârlılığını artırmak ve sermaye birikim sürecinin ana dinamiği olan yatırımları canlandırmak olarak belirlenmişti. Faizlerin aşağı çekilip kurun yükseltilmesi ile tetiklenen yüksek enflasyon, reel ücretleri düşürmekle kalmadı çalışanların kıdem tazminatı, emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da reel olarak eritti. Ücretli çalışanların genel olarak örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmaları fırsat bilinerek ve TÜİK’in manipüle edilmiş enflasyon istatistikleri baz alınarak büyük çoğunluğun ücret artışları enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada ürün ve hizmetlerinin fiyatlarını belirleme gücü olan şirketler kârlılıklarını artırdı. Enflasyonun oldukça altında kalan faiz oranları, şirketlere hem negatif reel faizle borçlanarak bilançolarını temizleme hem de erteledikleri yatırımlarını gerçekleştirme imkanı sundu. Bu süreçte genel olarak varlıklı, yüksek miktarlarda borçlanabilen kesimler, emlak, otomobil ve finansal varlık piyasalarında oldukça yüksek spekülatif getiriler elde ettiler. Zaten dönemin Hazine ve Maliye Bakanı bu politika tercihinin arkasında yatan sebepleri oldukça veciz bir biçimde özetlemişti: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”
Şimşek yönetimi de esas olarak bu eksen üzerinden devam etti: Döviz dengesini bir şekilde sağlamaya çalışmak ve ucuz emek ve doğanın talanı üzerinden bir çıkış aramak. Bu anlamda faiz politikası açısından taban tabana zıt görünseler de Nebati ve Şimşek programları arasındaki süreklilik nettir. Bu sürekliliklerin en başında ise Nebati’nin enflasyonla reel ücretleri baskılama politikasının Şimşek tarafından enflasyonu düşürmek bahane edilerek sürdürülmesi gelmektedir.
Meselenin yapısal kökenlerini doğru tespit etmeyen analizler nihai olarak “rasyonalite”ye dönüşten ve içeriği ile çalışma mekanizmaları belirsiz bir “yapısal reformlar” söyleminden öteye geçemez hale gelmiştir. Bu yaklaşımın ekonomi üzerine tartışmalarda hakim olması nihayetinde hem iktisatçılar hem siyasetçiler için bir sıkışmışlık ortaya çıkarmıştır. Önümüzdeki hafta bu tartışmayı bu durumdan çıkış için alternatif bir makroekonomik politika çerçevesinin hangi ana unsurları içermesi gerektiği üzerinden sürdürmeyi planlıyorum.